O meşhur fıkra ile başlayalım.
İdam sehpasında asılmak üzere olan Temel’e son sözünü sormuşlar. “Bu da bana ders olsun” demiş.
Silah bırakma olayı üzerine daha nice şeyler söylenecek. Kuşkusuz bunca küllenmiş acılarıyla mevzu, kırk sene de konuşulsa azdır. En dipte aranan ise, tabi ki “kim ne kazandı?” sorusunun cevabı olacaktır.
Maddi bile olsa kişinin kendi hakkını araması hatta bu yüzden canından olması dinen de övülmüştür. Bunun ötesine geçip bir halkın hakkını aramak ve bu yolda zorluklara katlanmak ise elbette ki çok çok daha üstün bir fazilet sayılmıştır.
Ancak Hakk’a düşmanlık ederek hak arama çabası öz itibariyle sorunlu olduğu için bunu savunmak mümkün değildir.
Kemalist öykü de aynı çelişki ile ülkenin bütün birikimini, enerjisini heba etmedi mi ve hâlâ etmiyor mu?
“Yok sayılan varlığımızı kabul ettireceğiz ama bunu dindarlığı ve dinin şiarlarını sıfırlayarak yapacağız.”
“Yasaklanan dilimizi özgürleştireceğiz ama bunu sosyalizmi hâkim kılarak yapacağız.”
“Kendi kendimizi yönetmek için bir kavgaya tutuşacağız ama bunu cinsi sapıklıkların bayraktarlığı adına, namus ve iffet gibi temel ahlakı ortadan kaldırma ile yapacağız.”
Malı, dili, toprağı, özgürlüğü, şerefi ve halkı uğruna ölmek kutsaldır da bu bedeli öderken kutsalı öldürmeye çalışmak nedir?
Bu fani alem, birileri kazanırken birilerinin ise kaybettiği aldatıcı bir oyun alanı değil mi? Ve bu dünyada başlarına ne gelirse gelsin kaybetmeyenler ise sadece haklarını Allah’ın yolunda arayanlar değil mi?
Hakkınızı ararken bunu Kur’an ve Sünnete göre yapıyorsanız, ölseniz cennete gidiyorsunuz, zindana atılsanız orası zikirhane ve medrese oluyor, kayıplarınız manevi kazanç oluyor, sadaka oluyor.
Derdiniz, sözünüz, maksadınız, ameliniz, çileniz, meşakkatiniz ve fedakarlığınız sırf Allah rızası ise belki dünyalık olarak mağlup olabilirsiniz, zahiren tüm emekleriniz boşa gitmiş olabilir, hedeflerinize ulaşamayabilirsiniz, elinize bir şey geçmediği gibi hiç kimsenin sizi hatırlamayacağı kadar silinip gidebilirsiniz ancak ahiretteki o büyük mükafatın yanında bunların hiçbir önemi yoktur.
Eğer çizgi Hak ise, istikamet “fi sebilillah” ise, bu durumda hatalar da affedilir. Hatta bu hatalar devasa felaketlere sebep olsa bile.. Uhud’da okçular tepesini terk eden sahabilerin bağışlanması gibi.
İkrime b. Ebi Cehil gibi geçmişi cürümle dolu iken tevbe ile hidayete gelmek de kurtarır lâkin o bambaşka bir pâye..
Kurtulup kurtulmama faslını geçtik en azından çıkıp şunu söylemeleri beklenir: “Çok büyük ve korkunç cürümler işledik, sürekli vebal aldık, hiçbir şeyi geri getirecek değiliz fakat her kesimden özür dileriz.”
Devletin de en üst perdeden “birliktelik” beyanı iyi ancak asıl açıklanması gereken şu değil miydi:
“Bu şiddeti doğuran politikaları somut olarak bitiriyoruz, bunu şu anda sürdüren her türlü tutumu yasaklıyoruz. En başta Şeyh Said Efendi rh gibi sembol şahsiyetlerden başlayarak geniş bir iade-i itibar çalışması başlatıyoruz.”
Ve son not:
Ecevit, 13 Eylül 2004’te Radikal Gazetesine ve 13 Nisan 2005’te ise Sabah Gazetesine verdiği röportajda aynı ifadeleri kullanarak “ABD, Apo’yu bize niye verdi anlamış değilim” demişti.
Bugün bu silah bırakma işinden hiç memnun oamayanlar ise benzer bir şaşkınlık içindeler ve adeta şöyle diyorlar: “ABD, Apo’yu niye bıraktı anlamış değiliz.”
Halbuki ABD de ne yaptığını pek anlamış değil. Mesela YPG’ye binlerce tır ve milyarlarca dolar silah desteği verip sonra da bir anda bye bye demesi gibi.
Çok kafayı takmayın yani.
“Her şey çok güzel olacak.”
Haydi hep beraber:
“Dağ başını dumaaan aaalmış.. yürüyelim arkadaşlar…”