Kitleler için hissi karşılığı olan inanç, kültür ve yaygın kanaatlerden kaynaklı hassas kavramlar, simgeler, birtakım şahsiyetler, belli zaman ve mekanlar, sürekli şahsi çıkar sahiplerinin binbir çeşit suistimaline veya düşmanlarının hadsiz saldırısına maruzdur.
Evet bundan dolayı kimi düşünceler ve beşerî ideolojiler zayıflar, kabuk değiştirir hatta aslı olmayan ya da tahrif edilmiş inançlar da olumsuz etkilenir.
Ancak bunun tek bir istisnası vardır. O da kıyamete kadar bozulmama garantisi verilen İslam dinidir. Ve İslamın tüm sabiteleri.
Kur’an-ı Kerim’e müdahale imkânsız olunca, hiç kimsenin gücü bu yüce Kitab’ın içindeki en ufak bir şeyi yerinden oynatmaya yetmemektedir.
Eğer Arapça, Kur’an-ı Kerim’in dili değil de mesela Hadislerin veya Fıkhın dili olsaydı şu anda o Arapçanın yerinde yeller esiyordu.
Eğer Mescid-i Haram, Beyt(Kâbe), Mekke ve bu minvaldeki hadiseler Kur’anda bulunmasaydı, bu tür yerlerin sonradan uydurulduğunu ya da gerçekte başka yerler olduğunu iddia eden şarlatanlar itibar görürlerdi.
Kur’an-ı Kerim, Mescid-i Aksa’dan, onun ilk kıble oluşundan ve diğer peygamberlerin (asm) onunla alakasından söz etmeseydi, şu anda dünya çok çok daha kötü bir yerdi.
Kur’an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz (sav)’i o derece yüceltmeseydi, O’na(sav) sadece vahiy aktaran bir postacı muamelesi yapan zındıklar, ortada din diye bir şey bırakmazlardı.
Kur’an-ı Azimüşşan, Sahabe Efendilerimizi övmeseydi, onlara hakaretin taraftarları, ana gövdeyi târumâr ederlerdi.
Namaz, oruç, zekât, hac, cihad, güzel ahlak, münafık, fasık, firavun, nemrud, kârun, hâman, dost, düşman, dünyâ, ahiret, yahudi, nasâra, âlim, ilim, melek, cin, şeytan, mâbed, put, helal, haram ve bunlar gibi doğru tanımlanması, doğru yorumlanması ve doğru tatbik edilmesi gereken ne varsa eğer Kur’an onları bildirmeseydi, hepsi şimdi değil asırlar önce ya tersine çevrilmiş ya da çürüyüp gitmişti.
O yüzden Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Kur’anın içinde olmanın korunmak manasına geldiğini bir yerde şöyle ifade eder: “İşte, ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları sizi korkutmakla kudsî cihad-ı mânevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler, onlara deyiniz: “Biz hizbü’l-Kur’ân’ız. ‘İnnâ nahnu nezzelne’z zikra ve innâ lehû lehâfizun’ (Şüphesiz ki zikri (vahyi, Kur’ân’ı) Biz indirdik; onu koruyan da elbette Biziz.) (Hicr Sûresi 9) sırrıyla, Kur’ân’ın kalesindeyiz. ‘Hasbünallâhü ve ni’mel Vekîl’ etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur.”
Şimdi Aziz İslam Şeriatından bahsederken herhalde cahiller ve aldanmış zavallılar; Anayasasında şeriat yazan Pakistan şöyle, Suudi böyle, Arap Ülkeleri şu vaziyette, şeriatçılar şunu yapmış, tarihte bunlar olmuş diye istedikleri kadar tezvirat yapsınlar vız gelir tırıs gider. Çünkü Kur’an, baştan sona Şeriatın kendisi zaten.
Yine birileri şöyle diyebilir: “Böyle bir zamanda, bu kadar karmaşık bir ahvalde kalkıp da şeriat vurgusu yapmak çok demode değil mi? Köprünün altından bunca sular geçmişken, herkes gemisini yürütme derdine düşüp kimsenin böyle şeyler umurunda değilken, yapay zekâya kafa yormak yerine böyle sloganlarla avunmak abartılı bir nostalji ve fazla romantizm olmaz mı?”
Tam da böyle dediğiniz için şu anda İslam düşmanları medyada, üniversitede, sinemada, sokakta Aziz Şeriata küfrediyorlar.
Tam da bu gevşek akıldânelikler yüzünden şu anda Şeriatın muazzam ahkâmına müslüman olduğunu söyleyen yığınlar burun kıvırıyor.
Tam da bu yozlaşmışlık, bu ılıklık, bu pısırıklık, bu eziklik yüzünden İslam Şeriatının koruduğu Aile perişan, Aziz Şeriatın himaye ettiği gençlik avare, faiz revaçta, zina serbest, adalet Kaf dağının ardında.
Oysa ne demişti Merhum Necip Fazıl: “Gerçek ve derin Müslümanda Şeriat, iyice bilindikten ve anlaşıldıktan sonra, tek zerresi ve noktası değişmez ve feda edilmez, topyekün dünya ve kâinatın bütün mesele ve dâvalarında mutlak mizan üssüdür.”
O zaman haydi bir daha kızdırmaca yapalım: “Yaşasın Şeriat!”