Prens adeta çıldırmıştı.
Hizmetkârın yakasından tutarak kendine çekti. Ordaki insanların, av
arkadaşlarının korku dolu bakışları altında haykırdı:
-Ben de bu adam gibi ölecek miyim
yani?
-……
-Konuşamayacak, yürüyemeyecek, gülemeyecek,
eğlenemeyecek ve avlanamayacağım öyle mi?
-……
- Bir gün gelecek şu adam gibi
beni de toprağa gömecek, çürümeye terk edeceksiniz ha?
Hizmetkâr ağlarcasına inledi.
-Maalesef efendimiz, maalesef!
Prens elleriyle yüzünü kapattı
ağlayarak:
-Şu güzel yüzüm, pırıl pırıl
saçlarım, yere değdirmekten çekindiğim ellerim çürüyecek, toprak olacak!! Dedi.
Hayatın ne anlamı var ki o zaman? Eğlenmenin, avlanmanın ne anlamı var? Her şey
boş, her şey anlamsız!
Prens av partisini yarıda kesti.
Hemen sarayına döndü, odasına kapandı. Günlerce, haftalarca odasından çıkmadı.
Kendisiyle görüşmek isteyenleri yanından kovdu, yemekten, içmekten kesildi.
Prens derin bir üzüntüye,
umutsuzluğa kapılmıştı. Hayattan, insanlardan küsmüştü. Hiç bir yiyecek ona tat
vermiyordu. Saray ona zindan gibi geliyordu. Kafası hep ölümle meşguldü. Nereye
baksa ölümü görüyordu.
Prens sonunda hastalandı.
Yataklara düştü. Padişah oğlunun durumunu öğrenince apar topar onun kaldığı
saraya geldi. Ülkenin dört bir tarafından hekimler, bilginler getirtti.
Ama nafile… Prens iyileşmiyordu.
Gün geçtikçe durumu kötüleşiyordu. Artık herkes ona ölecek gözüyle bakıyordu.
Yaşam sevincini yitiren genç prens kendini ölümün kollarına bırakmak üzereydi.
İşte böyle zor, kötü günlerin
birinde prens bir rüya gördü. Rüyasında çok güzel bir bahçenin içinde
dolaşıyordu. Hayatında böyle güzel, böyle göz kamaştıran bir bahçe görmemişti.
Ama bahçenin güzelliği prensin hiç ilgisini çekmiyordu. Prens üzgün bakışlarla
bahçeyi seyrediyordu.
Prens bahçede böyle dolaşırken
çok güzel bir kızla karşılaştı. Kızın güzelliği karşısında insanın dili
tutuluyordu.
Lakin Prens kıza da ilgi
göstermedi. Güzel kız, prensin duygusuzluğu karşısında şaşırmıştı. Prense tatlı
tatlı bakarak:
-Bahçe hoşuna gitmedi mi? Diye
sordu.
Prens üzgün bir sesle:
-Hoşuma gitse ne olacak ki? dedi.
Bir müddet sonra ben ölüp gideceğim nasıl olsa…
Güzel kız hemen itiraz etti:
-Yanılıyorsun! Burada ölüm
yoktur. Burada her şey sonsuza kadar var olur. Bu gördüğün bahçe sonsuza kadar
öyle kalacak. Ben sonsuza kadar yaşayacağım. Burada ölüm olmaz! Ölüm dünyada
olur.
Prens şaşkınlık içinde bağırdı:
-Burası dünya değil mi?
Güzel kız gülerek cevap verdi:
-Hayır, buraya cennet adı
verilir!
-Cennet ha!
-Evet, cennet… Burada ölüm,
hastalık, yaşlılık, açlık, üzüntü yoktur. Burada sonsuz bir güzellik vardır.
-Peki, sen kimsin?
-Ben mi? Ben huriyim!
-Huri mi?
-Evet, cennet hurisiyim ben.
Allah beni Müslüman erkeklere hizmet etmem için yaratmış.
Prens, Allah adını daha önce hiç
duymamıştı. Merakla:
-Allah da kim? Diye sordu.
Huri:
-Allah, tüm varlık âleminin
yegâne yaratıcısıdır. Bu cennetin, benim, senin, dünyanın sahibidir o! Her şeyi
O yoktan var etti.
Prens, büyük bir özlemle içini
çekti:
-Keşke ben de burada, yani
cennette yaşasaydım! Ne kadar hoş, ne kadar düzel olurdu!
Huri gülümseyerek:
-Sen de cennete yaşayabilirsin,
dedi.
Prens mutlulukla el çarptı.
-Yaşasın!
-Ama bir şartla…
Prens birden durdu. Endişeyle:
-Ne şartıymış bu? Diye sordu.
-Buranın sahibini sever, ona
kulluk edersen ancak cennete girebilirsin. Allah, Cenneti Müslüman kadın ve
erkekler için yaratmıştır. Cennete sadece Müslümanlar, yani Allah’a teslim
olanlar girebilirler.
Prens birden uyandı. Yüzü
sevinçle parlıyordu. Yanaklarından gözyaşları süzülürken şöyle mırıldandı:
-İyi bir Müslüman olacağım!
Cennetin sahibine tüm benliğimle bağlanacağım ve Cennete gireceğim!
O günden sonra prens iyi bir
Müslüman oldu. Dünya zevklerini elinin tersiyle itti. Allah’ın büyük dostları
arasına girdi.