Üstad Bediüzzaman’ın Azraîl ile ilgili olarak söylediklerini öğrendikten sonra hayata, ahirete ve ölüme bakışınız değişebilir. Şöyle diyordu Üstad: “Bir gün bir duada ya Rabbi! Cebrail İsrafil, Mikail, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insanların şerlerinden muhafaza eyle!” mealindeki duayı ettiğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit, gayet tatlı ve tesellidar ve sevimli bir halet hissettim, elhamdülillah dedim, Azrail’i cidden sevmeye başladım. İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zayi olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’i hissettim”
Ama Azrail’i (as) sevmek için Hz. Ali (r.a) gibi, “Ey dünya! Dönüşü olmayan üç talak ile seni boşadım! Ey dünya benden uzak dur! Ey dünya! Allah’a yemin ederim ki, beni hor ve kendine meftun(kendine vurgun) edesin diye sana teslim olmam” demek gerekiyor.
Hz. Ali işi çıkmaza soktu işte. Desenize Azrail’i sevmek o kadar kolay değilmiş! Üstad üzerinde titrediğimiz en kıymetli malımız ruhumuzdur, onu muhafaza etmek için en kuvvetli ve emin ele, yani Azrail’e teslim ediyoruz, diyor. Öbür tarafta “Mal canın yongasıdır” diye bir atasözü var. Ruhumuzu teslim edersek, kesinlikle aklımız yongada kalacak. Sanırım bu atasözünü revize etmemiz gerekecek. Yeni nesil atasözü şöyle olmalıydı: Can malın yongasıdır[1]. Üstad Bediüzzaman kusura bakmasın, ama Azrail ne kadar geç gelse, onu o kadar seveceğiz vallaha.
Adamın biri Hasan Basri’ye gelip, “Vallahi açık açık söyleyeyim ben ölümden, Azrail’den korkuyorum” dedi. O da cevaben: “Sen malını geride bıraktığın için korkuyorsun. Malının önünden gönderseydin, peşinden gitmeyi isteyecektin” dedi. Bu İslâm âlimleri bu kadar okumuşlar da biz ve malımızın ayrılmaz ikili olduğunu da öğrenmemişler mi acaba? Zaten Azrail (as) da bizi istemediğimiz, sevmediğimiz halde zorla ayırıyor. Bizi sevdiklerimizden zorla ayıran Azrail’i (as) nasıl seveceğimizi Üstâd yeterince anlatmamış.
Malımız ruhumuza bir olta atmış, çıkınca uzaklaşınca acıtıyor tabii olarak. Şu bir gerçek ki dünyaya gelirken istemeyerek geliyoruz. Dünyaya gelir gelmez ağlıyoruz. Oysaki annemizin karnında, o daracık mekânda keyfimiz yerindeydi. Ekmek göbek bağından, su göbek bağından geliyordu. Dünyaya gelirken, o dar ve zorlu tünelden geçerken önümüzdeki süreçte çoook geniş bir âlemle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Sıkılarak ezilerek geldik, gelir gelmez de ağladık. Neticede geldiğimiz yer hoşumuza gitti. Bu dünyadan ayrılırken de istemeyerek ayrılıyoruz ve ağlıyoruz. Hâlbuki bebek misali evet, yine zorlu bir tünelden geçeceğiz, ama açılacağımız âlem çok daha geniş olacak. Ve orası da geçirdiğimiz tecrübe neticesinde hoşumuza gidecek. Çocuk sıfır bilgiyle dünyaya gelir. “Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmiyor halde çıkardı” (Nahl: 72) Dünyada biraz bilgi ediniyoruz. Artık önümüzü biraz daha iyi görüyoruz. Önümüzdeki süreçte nelerle karşılaşabileceğimizi az çok biliyoruz.
Biz dünyaya gelirken bize eşlik eden bedenimizin ebesi vardı ve hepimiz ebemizi seviyoruz. Allah günah yazmasın Azrail (as) da ruhumuz çıkarken bir nevi ebelik yapar. Nasıl sevmeyelim. Sev kardeşim!
Her şey bir yana bu yazıyı yazdıktan sonra Üstad gibi ben de Azrail’i sevdiğimi hissettim. İnşaallah siz de hissetmişsinizdir. Nasıl sevmeyelim. Allahu Teâla Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’a meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mikail’e düşman olursa…” (Bakara: 9) Azrail canımıza okur alimallah! Sevmek zorundayız.