‘’Bütün koca adamlar, bir
zamanlar çocuktu. Büyük olmak küçük olmayı unutturuyor’’ diyordu Antoine de
Saint-Exupery’in Küçük Prensi.
Acaba büyümüş olmak,
ebeveynlere çocukluğunu unutturmuş olabilir miydi? dedi José Mauro de Vasconcelos’in
Zeze’si.
Zeze’nin yaşadıklarına
bakılırsa Küçük Prens haklıydı ve büyükler küçükleri anlamakta sıkıntı
çekiyordu.
Zeze; küçücük yüreğine uzay
kadar sonsuz ve sınırsız hayaller sığdırıyordu. Serçe parmak adını verdiği
‘şeker portakalı’ ağacıyla konuşuyor dertleşiyordu.
O saf o duru hayallerinde
bazen kelebeklerle uçuyordu, bazen de bulutların üzerinde…
Kimi zaman da bir atın
sırtında kırlarda hayal ediyordu kendini. Kurumuş ağaçları orman gibi görüyor
ve bu ormanda her türlü hayvanı halinde yaşatıyordu. Bütün çocukların da
hayallerini bunlar süslemiyor mu?
Kim bilir belki insan vasfı
kazanmanın ilk basamağıydı çevre ve hayvan sevgisi… Öyle ya neredeyse bütün
hayallerinde onlar vardı.
Hayatı tanıması anlaması için
bir şeylere dokunmalı, kendine oyunlar bulmalıydı. Ancak kırıp dökeceği
gerekçesiyle en doğal hakkı olan oynaması bile engelleniyordu. Öyle ki küçük
hatalarında dahi dayak yemenin acısıyla ağlamasına bile izin verilmiyordu.
Belki o bir ressam bir
arkeolog bir piyanist olmak istiyordu; ancak bizim için onun ne istediğinin bir
önemi yoktu. Biz onun doktor veya mühendis olmasını istiyorduk.
Hiçbir zaman kendisi
olmasına, istediği renkte çiçek açmasına izin vermiyorduk.
Dünyamızın nefes almasını
sağlayan ağaçlar gibi insanlığın kesilmek üzere olan nefesine nefes olmak için
gelmişti oysa…
Bozulan toplum yapısının
yeniden imarı ve yeni bir medeniyetin temel taşı olarak…
Ne var ki biz onu kendi
elimizde bozduğumuz ve bozmaya devam ettiğimiz toplumsal yapıya bir ‘YAMA’
olarak düşlemiştik.
Onun bu dünyayı değiştirecek
güce sahip olduğunu asla düşünemedik.
Yüz yıllık bir çınar gibi
dallarımızla onu koruyup, yapraklarımızla onun güneş ışığı almasına mani
olmuştuk. Böylelikle küçük bir sarmaşık gibi kuruyup gitmesini seyrededurduk...
Merak edenler için Zeze şu
an, evlerimizin içinde, komşumuzun evinde, sokağımızda veyahut mahallemizin her
hangi bir köşesinde.
Suriye’de fotoğraf makinasını
görünce ellerini havaya kaldırıp teslim olan, korkuyla sindirilmiş kız
çocuğunun o masum yüreğinde…
Belki de Afrika’da gözü yaşlı
annesinin kucağında ölümü bekleyen ama son bir umutla beni kurtarın diye sessiz
feryatlar atan çocuğun bakışlarında…
Zeze her yerde ve Zeze
herkesin çocukluğundan kalan masumiyetinde…
İlerleyen yaşımıza binaen
büyümüş taklidi yaparak, yüreğimizin en ücra köşesine hapsettiğimiz
çocukluğumuzda…
Hapsettiğimiz sadece
çocukluğumuz değildi. Masumiyetimizi, merhametimizi, çevreye ve hayvana olan
sevgimizi dolayısıyla insanlığa karşı olan sorumluluğumuzu da hapsetmiştik.
Biz şeker portakalı ağacını ve
bunun etrafında şekillenen hayalleri kesmiştik. İzin vermemiştik dallanıp
budaklanmasına.
Çocuk istediğimizi
yapmalıydı.
Peki, Zeze’ye ne oldu?
Hayalleri elinden alınan,
olması gereken şeyden uzaklaştırılan, açması gereken daldan koparılan Zeze;
15-16 yaşına ayak basınca, Anthony Burgess’in ‘Otomatik Portakal’ında buldu
kendini.
Üstelik adı artık masumiyetle
özdeşleşmiş Zeze değil, kitapta kin ve nefretin sembolü haline gelecek olan
‘Alex’tir. Artık tabiat ve hayvan sevgisiyle dolu bir Zeze değil; Hayvanların
patilerini kesip ormana terk eden bir Alex’tir.
Elbette kötü çevresel
faktörlerin içinde kaybolmasına izin verilmemeli.
Elbette çocuğun zihnine
olumsuz baskı uygulayan dış dünyanın farkında olarak hareket edilmeli.
Lakin çözüm yol kesmek değil
yol yapmasına yardım etmektir...
0 yorum