Müslümanlar Uhud Savaşında düşmandan büyük bir darbe almışlardı. İslam Ordusunun büyük komutanlarından, sancaktarlarından bazıları şehit olmuştu. Hazreti Hamza gibi bir komutan, Musap gibi bir sancaktar şehitler kervanına katılmıştı. İslam Ordusunun Başkomutanı Muhammed Resulullah yaralanmıştı. Allah’ın Aslanı, savaş cephesinin en cesur komutanı Hazreti Ali de yaralanmıştı. Bin kişilik İslam Ordusunun üçte biri ya bizzat münafık oldukları için ya da münafıkların hile ve tuzaklarına aldanarak, ölüm korkusu ve dünya sevgisi yüzünden Müslümanları şirk ordusuyla baş başa bırakıp geri çekilmişti. Her yedi Müslümandan biri şehitler kervanına katılmıştı.

Korkunç derecede yorgun, yaralı ve acı bir darbe almış İslam Ordusu Resulullah’ın emriyle Medine’ye geri dönmüştü. Zafer sarhoşluğu içinde olan Mekke Şirk Ordusu, bu durumu fırsata çevirip Müslümanlara ölümcül bir darbe vurmak, İslam tehlikesini bertaraf etmek istiyordu. Kesin bir zafer kazanmadan geri dönmek istemiyorlardı. O yüzden ilk önce Müslümanları ümitsizliğe düşürüp direnme güçlerini kırmak için ajanlarını Medine’ye gönderdiler. Müşrik ordunun ajanları, Medine’deki münafık unsurların da desteğiyle Müslümanların arasında bir korku atmosferi oluşturmaya çalıştılar. Mekke Ordusunun Medine’nin üzerine doğru geldiği, direnen herkesi kılıçtan geçirecekleri, tek çarenin teslim olmak olduğu yaygarasını kopardılar.

Ama bu yaygara ve algı Müslümanları korkutmadı. Bilakis imanları, direnme azimleri arttı ve Allah bize yeter, O ne güzel vekildir deyip düşmanı karşılamaya hazırlandılar. Resulullah yorgun ve yaralı ama moralleri dağ gibi olan İslam askerlerini tekrar sefere çıkardı. Mekke şirk ordusu, İslam ordusunun kendilerine doğru gelmekte olduğunu öğrenince zaferden ümidini kesip panik içinde bulunduğu mıntıkadan ayrılıp kaçtı.

Bugün de Müslümanlar aynı durumu yaşıyorlar. Münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar, dünya hayatına tapınanlar, Allah faktörünü göz ardı edip her şeyi maddi güç ve imkanlara göre değerlendirenler başta direniş cephesi olmak üzere İslam ümmetine korku, ümitsizlik ve yenilgi psikolojisini aşılamaya çalışıyorlar. Amerika, İsrail ve Batı dünyasının silah ve teknolojik olarak çok güçlü olduklarını, onları yenmenin mümkün olmadığını, bu savaş ve direnişin beyhude olduğunu, on binlerce sivilin boş yere öldüklerini, Müslümanların kendilerine yazık ettiklerini, teslim olmak ve uzlaşmaktan başka çare olmadığını iddia ediyorlar. Yayın basın organlarında, sosyal medyada, televizyon ekranlarında, değişik platformlarda başta İran İslam Cumhuriyeti, Hizbullah ve Hamas olmak üzere direniş cephesinin destansı mücadelesini küçümsüyor, alaya alıyor, onların yüzünden İslam ümmetinin acı çektiğini söylüyorlar.

Evet, doğru, direniş cephesi, mücadeleci Müslümanlar acı kayıplar yaşıyorlar. On binlerce sivil şehitler kervanına katıldı. Düşman acımasız ve vahşi. İnsanlık namına hiçbir değere sahip değiller. Müslümanları yenmek için her türlü barbarlığa başvurmaktan çekinmiyorlar. Vahşi hayvanlara rahmet okutacak bir canavarlık sergiliyorlar. Direniş liderlerinden birçoğu, direnişin en seçkin komutanları şehadet şerbetini içtiler.

Ama öbür tarafta İslam askerleri Siyonist rejime kuruluş tarihinden bu yana en büyük darbeleri vuruyorlar. Siyonist rejimin her tarafı direnişin füzeleriyle vuruluyor. Siyonist çete korku ve panik içinde debeleniyor. Siyonistlere ve arkalarındaki Batılı şeytani güçlere karşı kahramanca savaşan Müslümanlar destanlar yazıyor. En ufak bir korku, panik, ümitsizlik yok direnişçilerde. Allah’a güveniyorlar, O’na dayanmışlar ve zafere olan ümitleri tam…

Bize düşen korku pompalayan, küçümseyen korkak, satılık dil ve kalemlere aldırmadan direnişin arkasında durmak, tek bir vücut gibi hain düşmana saldıran direniş cephesinin aziz evlatları arasında ayırım yapmadan onlara sahip çıkmak ve direnişin zaferi için tüm imkanlarımızı seferber etmektedir.