İslam’a hasret kaldık; İslam’ın
adaletine, merhametine, hoşgörüsüne hasret kaldık. Özellikle gençlerimiz, genç
nesillerimiz bilmeden, farkına varmadan İslam’a hasrettirler. Gençlik, yanlış
giden uygulamalar, kötü giden hayat karşısında bir arayış içinde. Kendinden
memnun değil, yaşamından memnun değil, sürekli bir boşluk ve tatminsizlik
içinde yüzüyor. İçindeki derin boşluğu yanlış şeylerle doldurmaya çalışıyor.
Zulüm, adaletsizlik ve ayrımcılık üzerine kurulu hayat şartlarını
kabullenemiyor. Aslında İslam’ı arıyor. Ama bilmiyor, farkında değil. İslam
diye sunulan çoğu şeyin yanlışlığını görünce bunun İslam olduğunu sanıyor.
Müslümanların yaşadıkları hayata bakıp İslami yaşamın o olduğu sanısına
kapılıyor.
Hâlbuki İslam adaletin, hakkın, hukukun,
özgürlüğün, insani ve ahlaki yüce değerlerin kaynağıdır. Büyük bilge,
Boşnakların kurtuluş savaşlarının önderi Aliya’nın dediği gibi İslam tüm
güzelliklerin ortak adıdır.
Ben yıllar önce “İslam’ı Aramaya
Gidiyorum” isminde bir öykü yazmıştım İnzar Dergisi için… Bir çocuğun, yoksul
bir gencin ve dedesinin İslam’a bakış ve hasretini yansıtan bir öykü. Önemine
binaen bu öykümü sevgili Doğruhaber okuyucularıyla tekrar paylaşıyorum. Haydi
Bismillah…
Güç ve kudrettin Müslümanları şımarttığı, bu şımarıklıkla İslam’dan hızla
uzaklaşıldığı zamanlardaydı. Müslümanlar için gerileme dönemi başlamış, bir
avuç yönetici saraylarda sefa sürüp ümmetin zenginliklerini hanedan ve
saltanatları için tüketirken Müslümanlar hızla yoksullaşıyordu. Ve çaresiz
yoksulların derdine derman olan kimse de yoktu.
İşte bu karanlık dönemlerin birinde
Karlı, soğuk, dondurucu bir kış günü Ahmet ile dedesi uzak bir köyden kasabaya
geri dönüyorlardı. Kasabanın kenarında tenekeden bir kulübede yaşıyorlardı.
Ahmet dokuz yaşındaydı; dedesi ise yetmiş beş…
Ahmet’in dedesi Mustafa Hoca âlim bir
zattı. Bir zamanlar medreselerde ilim tahsiline gitmiş, hatta birkaç sene köy
imamlığı bile yapmıştı. Yaşlılık yıllarını yoksul bir adam olan oğlunun yanında
geçirmişti. Ama oğluyla gelini art arda ölünce zavallı Mustafa Hoca torunuyla
yapayalnız kalmıştı. Zamanla yoksullukları artmış, dilenecek hale gelmişlerdi.
Mustafa Hoca sığınacak bir ev, birkaç
lokma yiyecek için torunuyla bu kara kışta tam iki gün yürümüş, şimdi elleri
boş döndükleri dağ köyüne gelmişlerdi. Çok uzaktan akrabaları olan bir aile
yaşıyordu bu köyde. Lakin akrabaları olan aile onları tanımazdan gelmiş,
dertleriyle ilgilenmemişti.
Ve işte elleri boş, aç, soğuktan
titreyerek, yayan kasabaya geri dönüyorlardı. En çok da Ahmet üşüyordu. Küçük
Ahmet’in üstünde onu ısıtamayan incecik bir elbise vardı. Lastik ayakkabıları
delikti. Çorapsız narin ayakları ıpıslaktı ve soğuktan mosmor kesilmişti.
Midesi açlıktan kazınan, soğuktan büzülüp
büzülüp dedesine sokulan Küçük Ahmet bir ara dayanamadı. Titrek bir sesle:
----- Dedeciğim! Dedi.
----- Ne oldu Ahmet’im? Deden sana
kurban…
----- Dedeciğim, neden bizim de herkes
gibi evimiz yok? Neden biz de herkes gibi kalın elbiseler giyemiyor, yeni
ayakkabılar alamıyoruz? Benim ayakkabılarım delik olmasaydı, kalın bir kazağım
olsaydı üşümeyecektim.
Mustafa Hocanın gözleri doldu. Çaresizlik
içinde gülümsedi.
----- Biz yoksuluz da ondan yavrum!
Bunlara sahip olacak paramız yok.
Küçük Ahmet’in yüreği birden acıyla dolup
taştı. Ağlayarak:
----- Bize yardım edecek kimse yok mu?
Diye bağırdı.
----- Var…
----- Kim?
----- İslam… İslam bize yardım edebilir!
İslam çok merhametlidir, sonsuz bir şefkati vardır. İslam’ın olduğu yerde
yoksulluk olmaz, açlık olmaz, çıplaklık olmaz! Bir yerde İslam olunca orda
sevgi, yardımlaşma, fedakârlık, merhamet, acıma, dostluk hâkim olur! İslam
yoksulların, çaresizlerin, açların dostudur!
Küçük Ahmet sevinçle el çırptı.
----- Dedeciğim neden şimdiye kadar
İslam’ın yanına gitmedik? Neden bu kadar geç kaldık? Hemen onu arayıp bulalım!
Ben de diğer insanlar gibi yaşamak istiyorum artık!
Mustafa Hoca yaşlı gözlerini rutubetli,
soğuk gökyüzüne dikti.
----- İslam çok, ama çok uzaklarda oğlum!
Dedi ağlayarak. Onu bulamayız ki! Kim bilir nerelerdedir? Bizden küstü! Ona
sırtımızı döndük, düşmanlarına boyun eğdik. Onunla ilgilenmedik. O da küsüp
gitti. Çok, çok uzaklara gitti!
Küçük Ahmet sustu. Sesini çıkarmadı. Ama
derin, çok derin düşüncelere daldı. Bir daha da soğuktan, açlıktan şikâyet
etmedi.
Küçük Ahmet ile dedesi yaşadıkları yere,
kasabadaki teneke kulübelerine geri döndüler. Çileli, acıklı yaşamları devam
etti.
O günden sonra küçük yavrucak çok
değişti. Hiç konuşmuyor, sızlanmıyor, hep düşünüyordu. Dedesi ne yaptıysa
yüzünü güldüremedi. Küçük Ahmet hayırseverlerin bazen merhamete gelip
verdikleri birkaç kuruşu da harcamıyor, biriktiriyordu. Çoğu sefer aç yatıyor,
ama parasını harcamıyordu.
Bir gün Küçük Ahmet dedesinin karşısına
dikildi. Onun avucuna bir sürü bozuk para koydu. Mustafa Hoca torununa
şaşkınlıkla bakakaldı.
----- Bu ne yavrum? Diye sordu.
Küçük Ahmet kararlı bir sesle:
----- Ben dönünceye kadar bu parayla
kendine yiyecek alırsın dedeciğim! Dedi. Aç kalmazsın.
----- Sen nereye gideceksin?
----- Ben... ben İslam’ı aramaya
gideceğim! Onu bulmadan dönmeyeceğim… Onu mutlaka bulacağım!
Mustafa Hoca torununa sarıldı. Onu
şefkatle öptü. Hem ağladı hem öptü. Gözyaşlarının beyaz sakallarını ıslatmasına
aldırmadan:
----- Eğer! Dedi hıçkırarak, İslam onu
aradığını bilseydi mutlaka gelirdi…