Her bina için alınan yangın tedbirleri gibi bu ülkenin de acilen bu lanetli çeteye karşı pratik önlemleri artırması zarurettir. Bunun için seferberlik ilan edilmesi zorunludur.

“Vur vur vur vur siyoniste vur. Vur vur emperyaliste vur.”

Kulağımıza sadece bu parça çalıyor bir de Arapça “multufi reşşaşi” (molotofum keleşim) parçası. Murat Kekilli’nin seslendirdiği “yıkılasın israil” parçasına da eyvallah. Yalnız, vurma atma, üzerine yürüme, yok etme temalı parçalar bu kadar mı olmalıydı? Hiper sonik füzelerden önce bol bol hiper dinamik şiirler, ezgiler, marşlar yapılmalıydı.

Neyse savaş başladı.

Lanetli kavim binlerce yıldan beri en iyi bildiği şeyle yani suikastlerle start verdi. Bu konuda hiç kimse onların eline su dökemez.

Bu işi Yusuf’tan kurtulma planı yaparken mi öğrendiler bilmiyoruz ama bazı Tefsir kitapları Hz.Zekeriyya ve Hz.Yahya’ya gelene kadar bazen günde 300 peygamber öldürdüklerini bile söylerler.

Hatta şimdiki pek çok öldürücü fesad ürünlerinde olduğu gibi bu alanda marka olmalarıyla da övünmüşler ve durum farklı olduğu halde “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük” (Nisa 157) diye şımarmışlardır.

Nihayetinde Allah Resulü sav de bu lanetli güruhun kendisine düzenledikleri suikast teşebbüsünün ikincisinde, yediği zehirli etin devam eden acıları ile dar-ı bekaya irtihal etmiştir.

Tevrattaki 10 emrin altıncısı olan “öldürmeyeceksin” ile de adeta dalga geçmişler: “lo tirtsah” mı yoksa “lo ratsah” mı diye tartışıp durmuşlardır.

Son bir iki asırda öldürülen meşhurlar listelense neredeyse tamamının doğrudan veya dolaylı olarak bu mel’un topluluğun eseri olduğu ortaya çıkar.

Tamam da madem öyle, buna karşı tedbirli olmak gerekmez mi? Elbette öyledir. Normal insanlar da bu konudaki en etkili tedbirin onları komple yurtlarından sürüp atmakta bulmuşlardır. O yüzden yahudi tarihi tek kelime ile özetlenebilir: “Sürülme/Kovulma”

Onlar da bunu bildikleri için sürekli gâh kılık değiştirerek, gâh uşak devşirerek, parayla, teknolojiyle kendilerini dışlayanların içine nüfuz etmişler ve sızdıkları bünyelerde semirdikçe semirmişlerdir.

Ve son cürümleriyle bir kere daha “dünyanın neresinde olursa olsun istediğimiz kişiyi kendi evinde vururuz” mesajı vermeye devam ettiler.

Haliyle bunlara karşı savaş, şahısların öne çıkarılmasıyla asla kazanılamaz. Bunlara karşı ancak şahs-ı manevi ile yani “fena fil cemaat” ile karşı durulabilir.

Hani tabiri caizse bu laneti bertaraf etmek tek dünyalıların işi değildir. Üstadın dediği gibi bir ruh hali şarttır: “İki elimde iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki meydan-ı mübarezede iki harple meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın."

Gelelim İran’a.

İran’ın, şialığı devletle yorumlama biçimi veya diğer pek çok husus bir yana, mevcut hali tabi ki çokça konuşulacak. Yerine göre eleştirilecek yerine göre de alkışlanacak tabi ki işin tadını tuzunu kaçırmadan.

Hariçten gazel okumanın konforuyla ders çıkaranların da komedi şovlarını abartmaması lazım.

İran’a yönelik saldırının hemen ilk saatlerinde çevredekiler başta olmak üzere hiçbir ülkenin gıkı çıkmazken en üst perdeden Türkiye’nin bu olaya verdiği tepki ne kadar takdire şayan ise “bu işgal rejimine karşı biz ne kadar güvendeyiz?” sorusunun cevapsız bırakılışı da bir o kadar hayret vericidir.

Anladık İran’a acayip sızmışlar da affedersiniz buraya ne yapmışlar?

Biraz daha ötesini konuşalım. Bu terör çetesinin İran ve Türkiye ile âlâkasını kıyaslamak kadar saçma bir şey var mı? “Halihazırdaki Amerika ve Avrupa ayrı israil ayrı” demek ne kadar zırva bir retorik ise bu da öyle.

Türkiye’deki sistemin başından sonuna kadar bütün kodlarının, işleyişinin, ruhunun, varidatının, semeratının kimin elinde olduğunu bilmemek de bir zekâ noksanlığı değil ağır cehalet kusurudur.

Gergin zamanlarda Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın ve çevresindeki birkaç kişinin bu siyonist oluşuma karşı sert sözleri ile devletin pozisyonunu birbirine eşitlemek de herhalde hem yakını hem de uzağı görme bozukluğudur.

Şu vaziyette işgal rejiminin Mısır, Ürdün ve Suudi’ye saldırması ne kadar akıldan uzak ise Türkiye’ye ilişmesi de ona yakındır.

Peki burada gelişen İslamcılık ve bunun ülke yönetimini bir şekilde etkiliyor olması, ileride Türkiye ile işgal rejimini karşı karşıya getirmez mi?

Hayır. Çünkü İslamcılık denilen şeyin ne Kemalizme ne de Türkiye İsrail ilişkilerine format atacak kadar etkisinin olmadığını onlar buradakilerden daha iyi biliyorlar.

Yani “ya buraya da saldırırlarsa” demeden önce “niye saldırsınlar ki?” sorusuna samimi ve gerçekçi cevaplar bulmak lazım.

Hamas’ın kimi fertlerinin burada kısmen rahat gibi görünmesi bunun cevabı değil. Yöneticilerin kullandığı “işgal rejimi, terör devleti” gibi ifadeler de değil.

Fakat yine de ne olursa olsun, dünyanın öbür ucunda mesela güney pasifikteki Mikronezya Federal Cumhuriyeti’nin bile bu terör çetesine karşı hazırlığı olması gerekirken Türkiye kalkıp da “bunlarla nasıl olsa sistemden yani kökten bağlıyız, yakın tarihten, NATO’dan, şuradan buradan güçlü ilişkilerimiz var. Biz onların içinde olmasak da onlar bizim en iç dibimizde, her yerimizde bunlarla sorun yaşamayız” diyebilir mi? Diyemez.

Neyse uzun lafın kısası; her bina için alınan yangın tedbirleri gibi bu ülkenin de acilen bu lanetli çeteye karşı pratik önlemleri artırması zarurettir. Bunun için seferberlik ilan edilmesi zorunludur.

Zor be azizim maalesef zor. Ne demişti şair:

“Dost sanarsın dağdan inen ayıyı,

Kedilerden korkan kabadayıyı,

Yüze güler arkadan kazar kuyuyu,

Düşman belli değil dost belli değil.”