Eski zamanların birinde, derin bir vadide kurulmuş bir şehirde üç haydut yaşardı. Bu haydutlar yüzünden insanlar canlarından bezer oldular. Hırsızlıklarıyla, gaddarlıklarıyla ün saldı bu üç haydut.
Günlerden
bir gün bu üç haydut bir araya geldi. Reisleri olan keçi sakallı, orta yaşlı
haydut, arkadaşlarına:
- Soyacağımız yeni bir yer var
mı? diye sordu.
İkinci haydut:
- Evet, dedi. Şehir dışında,
kuzey batı tarafında çok güzel bir çiftlik var. Çiftliğin sahibi son derece
zengin. Karısının boynu ve kolu altınlarla dolu…
Bu haber karşısında reisin ağzı
sulandı. Sırıtarak:
- Hemen bu akşam baskın yapalım,
dedi.
Ama üçüncü haydut:
- Çiftlik sahibinin silahı var,
diye endişesini dile getirdi. Ayrıca bahçede de kocaman bir çoban köpeği nöbet tutuyor.
Reis öfkeyle üçüncü hayduta
baktı:
- Sen korkuyor musun yoksa! dedi.
Bizim gibi hızlı silah kullanan kaç yiğit var bu ülkede. Keskin kılıçlarımız
kaç kelle uçurdu. Kesinlikle bu akşam çiftliği basıyoruz.
Akşam oldu. Gece dünyayı siyaha
boyadı. Üç haydut sarıklarıyla yüzlerini gizlediler. Kılıçlarını çektiler.
Sessizce çiftliğin bahçesine girdiler.
Ancak çoban köpeği onları gördü.
Havlayarak onlara saldırdı. Haydutlar hızlı kılıç darbeleriyle zavallı köpeği
delik deşik edip öldürdüler.
Çiftliğin yaşlı hizmetçisi köpeği
kurtarmaya çalıştı. Haydutlar onu yakalayıp bağladılar.
Çiftliğin sahibi cesur, ölümden
korkmayan bir adamdı. Haydutların çiftliğe saldırdıklarını görünce onlara karşı
koydu.
Haydutlarla çiftlik sahibi
arasında çetin bir çarpışma başladı. Çok geçmeden çiftlik sahibi yorgun düştü.
Haydutlar onu da öldürdüler.
Kocasının öldüğünü anlayan
çiftlik sahibinin karısı acıyla haykırdı ve düşüp bayıldı.
Haydutlar çiftlikteki bütün
değerli şeyleri aldılar; akçeler, altınlar, ziynet eşyaları… Daha sonra gece
karanlığından yararlanarak kaçtılar.
Şehirden uzakta, dağların
arasında gizli bir mağara vardı. Haydutlar o mağaraya girip saklandılar.
Geceleyin yatarlarken
haydutlardan birisi çılgınlar gibi:
- Yandım anam! diye bağırdı.
Öbür haydutlar hemen kalktılar.
Ateş yakıp mağaranın içini aydınlattılar. Bir de ne görsünler. Kocaman,
simsiyah bir yılan arkadaşlarının bacağına sarılmış, onu bırakmıyor.
Yılanı öldürdüler öldürmesine ama
arkadaşlarını da kurtaramadılar. Yılan tarafından ısırılan haydut acılar içinde
kıvranarak öldü. Böylece yaptığı kötülüğün cezasını da buldu.
Öbür haydutlar arkadaşlarını
mağaranın bir köşesine gömdüler. Üzülüyormuş gibi yaptılar ama aslında içten
içe seviniyorlardı. Çünkü altınları üç kişi arasında paylaştırmaktansa iki kişi
arasında paylaştırmak daha çok işlerine geliyordu.
Sabah olunca haydutlar acıktılar.
Reis, öbür hayduta:
- Gizlice şehre in, bize yiyecek
al, dedi. Sakın kimse seni görmesin…
İkinci haydut gizlice şehrin
yolunu tuttu. Giderken şöyle düşündü.:
“Ne diye altınları reisle
paylaşayım ki? Yemeğine zehir katar, onu öbür dünyaya yollarım, böylece bütün
altınlar benim olur.”
İkinci haydut düşündüğünü yaptı.
Şehirde yemekle beraber zehir de aldı. Reisin yiyeceğine zehir kattıktan sonra mağaraya
döndü.
Ama öbür taraftan reis de boş
durmuyordu. O da şöyle düşünüyordu:
“Altınları
başkasıyla paylaşmak ahmaklıktır. Ben arkadaşımdan hem daha güçlü hem de daha
akıllıyım. Gelir gelmez aniden üzerine atlar bir hançer darbesiyle işini
bitiririm.”
İkinci
haydut tatlı hayaller kurarak reisin yanına geldi. Aldığı yiyecekleri reise
verdi. Reis birden ikinci haydutun üzerine saldırdı. Hançer darbesiyle onu
delik deşik etti.
Sonra kahkahalarla gülerek
yemeğin üzerine oturdu. Karnını bir güzel doyurdu.
Ancak birden içi kavrulur gibi
oldu. Zehirlendiğini hemen anladı. Ama artık çok geçti. Haydutların reisi
pişmanlık içinde başını sağa sola çarpa çarpa öldü.Haydutlar daha dünyadayken
cezalarını buldular. Yaptıkları kötülük onlara kâr kalmadı. Üçü de feci bir
şekilde ölüp gittiler.
Hiçbir kötülük cezasız kalmış
değildir. Eninde, sonunda Allah onları cezalandırmış, dünyayı başlarına dar
etmiştir.