Gazze’de bir baba, kendisine mikrofon uzatan haberciye şöyle diyor:
“İki çocuğum da ağlıyor. Çünkü dört gündür bir şey yemediler… Dağıtım noktasına gittim. Eve bir torba un alabilmeyi umuyordum. Fakat orada ne yapacağımı bilemedim. Yaralıları mı kurtaracaktım, şehitleri mi taşıyacaktım, yoksa bir torba un mu bulacaktım? Yemin ederim, eve tek bir torba un getirip çocuklarımın karnının doyacağını bilsem, ölüme razı olurum.”
Bir baba, çocuklarını doyurabilmek uğruna ölmeyi göze alıyor… Peki, biz bunu ne kadar anlayabiliyoruz?
Ya da çocuğunun açlıktan inleyen sesleriyle sabah akşam yaşamaya çalışan bir anneyi, ne kadar hissedebiliyoruz?
Gazze’de açlıktan ve susuzluktan vücutları şekil değiştiren, kemikleri sayılacak hâle gelen, konuşmaya dahi mecali kalmayan kadınlar, erkekler ve çocuklar var. Açlık öyle bir boyuta ulaştı ki, insanlar Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yaptığı gibi karınlarına taş bağlamak zorunda kalıyor. Bu bize, unutulmuş bir sünneti de hatırlattı...
Ama sünnet sadece yemeğe besmeleyle başlamak, tuzla başlamak, tabağın altını sıyırmak ya da arkadaşlarla helâlinden yemek değildi ki zaten.
Peki, biz gerçekten sünneti yaşatıyor muyuz?
Her gün elimizdeki telefonlardan etkileyici görüntüler bulup sosyal medyamızda paylaşırken, sofraya oturunca zevkle yemeye devam edebiliyor muyuz? Lokmalar boğazımıza dizilmiyor mu?
Tarihin hiçbir döneminde insanlar bu kadar lüks ve israf içinde yaşamamıştı. Buna biz Müslümanlar da dahiliz. Üstelik yanı başımızda açlıktan inim inim inleyen insanların varlığına bu kadar yakından tanıklık ederken…
Her lokmada, günlerdir bir lokma ekmeğe ve bir yudum suya ulaşamayanları ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn biliyoruz. Ama yine de büyük bir gaflet hâlindeyiz. Sefahat kültürü de bu gafletin bir parçası hâline geldi:
Nimeti beğenmemek, sofraları yarıştırmak, gereğinden fazla tüketmek, doymak için değil haz almak için yemek…
Ve sonunda şu soruyla karşı karşıya kalıyoruz:
Gazze kimin umurunda?
İster istemez Nasreddin Hoca'nın o meşhur hikâyesi geliyor akla...
Damdan düşen Hoca’ya herkes kendi fikrini söyler, ama o şöyle der:
“Bana damdan düşen birini getirin!”
Çünkü damdan düşenin hâlini ancak damdan düşen anlar.
Ailece ya da dostlarla, yok ve tasasız çocuk cıvıltıları eşliğinde türlü nimetlerle dolu sofralarda, bir yandan haberlerde açlıktan karnına taş bağlayan insanları görüp birkaç saniye üzülmek...
Sonra WhatsApp ve Instagram’da bir şeyler paylaşmak...
Ve tam o sırada sofradan bir ses:
“Biraz daha pirzola ister misin abi?”
O an belki irkiliriz.
Ama ardından,
“Ver abicim, biraz da köfte kat yanına...” deyip kaldığımız yerden yemeye devam ederiz.
İşte böyle bir hâlde Gazze’yi ve diğer aç insanları gerçekten anlayabilir miyiz?
Belki de sadece anlamak için bile, arada aç kalma sünnetini ihya etmeliyiz.
Hatta karnımıza taş bağlayacak kadar aç kalmalıyız.
Belki o zaman biraz olsun anlarız Gazze’yi, Yemen’i, Somali’yi, Doğu Türkistan’ı...
Ve tüm mazlumları...