Son zamanlarda ülkece gündemimizi daha da meşgul etmeye başladı mahalle savaşları..
Atışmaların, sataşmaların, ithamların ardı arkası kesilmiyor...
Tüm bu kaotik tablonun hülasası ise; “Tencere dibin kara, senin ki benden kara”
Seküler ve muhafazakâr mahalleler bir şekilde kendi sokaklarında top koşturan oğullarını, evcilik oynayan kızlarını koruma derdinde..
Tarafgirlik had safhada..
Ama ortada körün gözüne parmak misali, bir hakikat var ki, görmezden geliniyor.
Toplum olarak büyük bir ahlâkî çöküş yaşıyoruz.
Ancak her cenah ahlâkî zaaflarını, can havliyle örterek, ideolojik siperlerin arkasına gizleyerek yaşamaya çalışıyor.
Kendi mahallesinin kusurunu mazur görenler, bir şekilde karşı mahallenin kusurlarını izhar etmek için elinden geleni ardına koymuyor.
Ancak bu kısır döngü, sorunları çözmek yerine daha da derinleştiriyor ve içinden çıkılmaz bir hale getiriyor.
Bu bazen hakikatin önündeki büyük bir perdeye dönüşüyor.
Öyle ki, toplumsal infial uyandıracak kirli işler ortaya çıkınca, tepkiler sağlıksız ve taraflı...
İlk taşı günahsız olanınız atsın, testinden geçemeyenler, en büyük taşları atmak için beklerken, eteğindeki taşları dökmek isteyenler ise, yerinde bile duramıyorlar.
Bir taraftan da bir delinin kuyuya attığı taşı, kırk akıllı çıkarmaya çalışıyor, bir diğeri ise kuyudaki taşı, kardeşlerinin kuyuya attığı Yusuf diye kabullendirme gayretinde ...
Tüm bunlar bir tarafa, bugün ahlâk, hayata geçirilmesi gereken bir öncelik ve ilke olmaktan çıkarak, çıkarlara hizmete amade bir savunma refleksiyle içi boşaltılmış bir argümana dönüşmüş adeta.
Sonuç olarak ahlâkî çürümenin sadece bir mahalleye değil, bütün topluma sirayet etmiş olduğuna esefle şahitlik ediyoruz.
Tüm bu zaaflar hem bireyde hem toplumda ortak vicdanın aşınmasına, erimesine, büsbütün kaybolmasına neden oluyor. Sadece bir mahallede değil, toplumun tamamında güvensizlik baş gösteriyor. Bu aynı zamanda sosyolojik bir kırılma, psikolojik bir buhran hali meydana getiriyor.
Meseleye sağdan, soldan bakmak veya farklı bir yerden bakmak tabloyu değiştirmiyor. Nereden bakarsak bakalım tablo bu.
Ancak burada özellikle sorgulanması gereken bir husus var.
Bilhassa 2000’li yıllardan sonra mütedeyyinlik kavramının yerine parlatılan, pazarlanan muhafazakârlık anlayışı ve bu anlayışın ete kemiğe bürünmüş prototipleriyle tablonun rengi de değişti.
Ve sormak gerekiyor:
“Mütedeyyinlik nereye gitti, muhafazakârlık neyi korumaya çalışıyor?”
Uzun zamandır bu iki kavramın bilinçli biçimde yer değiştirdiğini görüyoruz. Bu değişim masum değil; çünkü bu iki kavram asla aynı şeyi ifade etmiyor.
Bazı meseleler vardır ki ne kadar konuşulsa da tam olarak izah edilemez. Son yıllarda sözüm ona “muhafazakâr mahallede” yetişmiş bazı gençlerin yaşadığı savrulma da böyle bir mesele. Çok rüzgârlar esti, köprülerin altından çok sular aktı ve gelinen noktada şu hakikatle yüzleşiyoruz:
“Mütedeyyinliğin ahlâkî yükü, muhafazakârlığın insani erdemleri emen, yok eden konforuna devredildi.”
Kurallar kaldı, idrak bloke edildi.
Mana hayattan çekilince, irade de devre dışı kaldı.
Bir kimliğe dönüşmeyen dindarlık; daha doğrusu dine bağlılığın aidiyet ve dava kodları yerli yerine oturmayınca, dava kısmı pasifize edildi. Geriye ise sadece içi boşaltılmış bir aidiyet etiketi kaldı davasız...
Bu etiketi taşımak, muhafazakâr mahalleden “patent” almak için yeterli görüldü.
İstisnalar kaideyi bozmaz!
Sonuçta kendini tanımayan, yolunu bilmeyen, hedefi olmayan; neyi savunduğunu dahi anlamayan safahat sokaklarında, gaflet çıkmazına giren, dalalete doğru yol alan mahalle çocukları türedi...