Osmanlı'nın son dönemlerinden günümüze kadar milyonlarca
insanı olumsuz etkileyen darbeler ülke insanının tamamında hem psikolojik hem
de ekonomik sıkıntılara düçar etmiş, büyük mağduriyetlere, unutulmaz acılara
neden olmuş, olmaya da devam ediyor.
Osmanlı döneminde başlayan askeri isyan ve darbeler,
imparatorluğun yıkılmasının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde de seçimle
değişen rejime rağmen neredeyse her 10 yılda bir tekrar etti durdu. Ülkemizde
darbeler neredeyse geleneksel hale gelmiş. Neredeyse darbe görmemiş hiç bir
nesil kalmamış.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri birçok defa darbelere
muhatap olduk. Ufak tefek, irili ufaklı darbeleri saymazsak ülke olarak hükümetleri
yerinden etmiş büyük darbe tecrübemiz de mevcuttur. Cumhuriyet kurulup meclis açıldığında,
devletin parolası “Milli egemenlikten başka bir şey değildi. Hatta bayram
haline getirilip çocuklara armağan edilmişti. Buna rağmen milletin seçtiği
tüzel kişileri zor kullanarak hatta ipe götürmek suretiyle idama mahkum ederek
sözüm ona demokrat kişiler egemenlikten dem vurmaya çalışıyorlar. Kendi
oluşturdukları yasalar onlar lehine dönmüyorsa helvadan putlar misali bir
lokmada yiyiverirler.
Abdülhamid’e yapılan darbe sadece Osmanlının dağılmasına
neden olmadı. Anadolu, Ortadoğu hatta Müslümanların
tamamının sahipsiz kalmasına sebep oldular. Sahipsiz, başsız kalan Müslümanlar,
sıkıntılardan daha büyük sıkıntılara iltica etmek zorunda kaldılar. Cennette
ekmek var mı? Diyen masumu ve hepinizi Allah’a şikayet edeceğim diyen günahsızı
unutanımız yoktur herhalde. Sadece bu iki evladımız rehbersizliğin üzerimizde
açtığı tahribatı anlatmaya yetecektir.
Adnan Menderes’in devrilmesine, idama sebep olan 1960
darbesi ve çıkarılan kanunlar 12 Mart muhtırası ve en önemlisi 12 Eylül 1980
darbesi ile Türkiye’de yaşanan süreç o gün yaşayan insanların hafızasında çok
ağır izler bırakmıştır. Etkileri hâlâ günümüzde devam etmektedir.
28 Şubat 1997 darbesi özellikle muhafazakarlar üzerinde çok
ağır yaralar bırakmıştır. Mütedeyyin insanlar üzerinde yapılan bu darbenin ayak
sesleri hala resmi makamlarda ve etkisinde kalan kuruluşlarda duyuluyor maalesef.
İlginçtir; 1920-1960 yılları arasında ülkemizde hiç darbe
yaşanmamış(!) Ne tesadüftür ki, Mustafa Kemal bu aralık içinde ülkeyi
kurtarmış(!), yeni Türkiye’yi kurmuş, devrimlerini gerçekleştirmiş ve
fikirlerini bırakıp gitmiştir.
Yapılan tüm darbeler askeriyenin içerisinde çıktığı için
insan sormadan edemiyor. Acaba, Türkiye Cumhuriyeti kurucusunun asker olması
ondan sonra da darbe yapanların asker olmaları, askerlerin bir vakitten sonra gözünü
yönetime dikmesine yol açmış olamaz mı? Yanlış yoldan giden hükümetlerin uyarılmasından
ziyade gözünü koltuk sevdası bürümüş generallerin biran önce Cumhurbaşkanı olma
sevdası daha ağır basıyor gibi... Bunun da ülkenin gerilemesine zemin
hazırladığını insan düşünmeden edemiyor.
Unutulmamalı ki, her cumhurbaşkanlığı seçimlerinde askerler
kendilerinden birinin Cumhurbaşkanı koltuğuna oturması için Meclis’e baskı
yapmışlardır. Meclis direndiği zaman siyasileri görevden uzaklaştırma yolu
tercih edilmiş, milletvekilleri ve parti yetkilileri tehdit edilmişlerdir.
Türkiye’de yapılan darbelerin hepsi azınlıklardan oluşan bir
güruhun, çoğunluğun kararını beğenmemiş, sen düşünme ben senin yerine düşünürüm
düşüncesinin hakim olmasından sonra gerçekleşmiştir. Benim oyum ile dağdaki
çobanın oyu aynı sayılabilir mi? Zihniyetinin dışa vurmuş halidir.
Demem o ki, son darbe anayasaya olmalıdır. Yani, suuu ya da
bucudan ziyade ülke hepimizin ülkesi. Öyle icraatlar yapılmalı ki, ülke
faydasına olmalı. Onun gerçekleşmesi de darbeler ile olacak bir şey değildir. Bunların
tekrarlanmaması devam etmemesi için anayasanın değişmesi, kanunların değişmesi
ve kesinlikle Türkiye’deki yönetim anlayışını darbelere hiçbir zaman izin
vermeyecek şekilde dizayn edilmesi gerekmektedir.