Okullarda “birinci dünya savaşı” diye öğretmişlerdi. Fakat
yaşlıların dilinde adı seferberlik idi.
Mesela şu diyaloglar çok sık telaffuz edilirdi:
“Filan kimsenin dedesi seferberlikten dönmedi.”
“Baban seferberlikten beş sene sonra doğmuş.”
Tarihçilere göre birinci dünya savaşında nüfusuna göre en
çok kayıp veren ikinci ülke Osmanlı İmparatorluğu oldu. Ölen askerlerin sayısı
yaklaşık 772 bini buldu. Bu rakama göre savaş boyunca günde ortalama 493 asker
hayatını kaybetti. Ölen sivillerin sayısı 2 milyon 150 bini buldu. Ve bu rakam
toplam nüfusun %13,72’sine karşılık geliyordu.
Sonrasında kaybedilen diyarlar, işgal edilen memleketler,
dayatılan anlaşmalar ve nice yıkımlar yetmezmiş gibi kıtlıklar, sefaletler,
çeşit çeşit istibdatlar, iç baskılar da cabası oldu..
Seferberliğin bıraktığı izler, yeni kuşakların belleğinde
yer almıyor gibi gözükse de seferberlikten önce batırılmaya başlanmış dikenler
ve sonrasında çakılmış çiviler çıkarılmadıkça bunlar hep acıtacaktı ve zaman
zaman öyle kanatacaktı ki Kaf dağının ardına da varılsa derman bulunmayacaktı.
Öyle oldu.
Ünlenince yalnız, dinlenince yalnız, sorulunca yalnız bir
gariban, imamesi koparılmış İstanbul’un tespihinden bir tane gibi düşecekti,
doğduğu Sur’ların kara yazılı taşlarının altına, öyle hoyratça, öyle garip..
Sonra bir ekmek teknesine haraminin belinden birkaç damla
sızacak; hamur kurşun, su kurşun, tandır kurşun, ekmek kurşun olacaktı. Evin
direği bir yana, iyiliğin eşiği bir yana düşecekti.
Sonra seferberlik kavramını başka alanlarda kullanmak moda
oldu.
Eğitim seferberliği.
Çevre temizliği seferberliği.
Ağaçlandırma seferberliği gibi..
Oysa seferberlik çok çok büyük tehditlere karşı komple bir
halkın “gayrısız içtima” ile yani noksansız, firesiz olarak bütün cehd ve
gayretiyle canını ortaya koymasıydı.
Bugün önem ve öncelik sıralaması gözetilerek seferber
olunması beklenen alanlar için kalabalıkların her yönde aktif edilmesi
gerekirken ya işi zamana bırakarak, ya başkasına havale ederek, ya da tehditin
boyutları hafife alınarak geçilip gidilir oldu.
Seferberlik doğru tahlil edilmediği zaman, “neticesi ne
olacak?” “kim ne elde edecek, kim nasıl zarar görecek?” gibi sorularla
felaketin muhataplarına göre vaziyet alınırdı ki, Filistin meselesinde durum
tam olarak budur.
En azından mevzuyla daha yakından alakalı kurumların
seferberlik keyfiyeti en üst seviyeye çıkarılmalıydı.
Camiler yirmi dört saat Filistin için seferber edilmeliydi.
Kudüs, Mescidi Aksa, Filistin, Gazze, geçmişiyle bugünüyle sürekli her yönden
ele alınmalı, her yaştan ve her kesimden cemaatlerin bu konuda bilgi, bilinç ve
heyecan açığı kapatılmalıydı.
Eğitim kurumları seferber edilmeliydi. Her yaşta her
kademede çocuklar yazmalı, söylemeli, yürümeli, haykırmalı, tiyatrosundan
şiirine her yolla, katledilen çocuklarla empatiyi artıracak bir nitelik
hedeflenmeliydi.
Medya daha fazla seferber edilmeliydi.
En azından ateşkes için ve sınır kapılarının açılması için
diplomasinin tüm kanalları en üst seviyede alarm ile seferber edilmeliydi.
İslam ülkeleri ile kurulu ilişkiler vs. çok vesile vardı..
Boykotu delenlere karşı seferberlik ruhuyla hareket
edilmeliydi.
Ve hakeza. Unuttuğumuz ne kadar vasıta, yöntem varsa
hepsiyle yangını söndürmek için çırpınmalıydı.
Ve bunlar can pahasına olmalıydı.
Olmadı, yeteri kadar olmadı.
Kardeşlerimiz öyle hakiki manada “canımız” sayılmadı.
Şimdi Mevlâ katında güvencemiz nedir?
Bilen var mı?