Daha önceki bir bölümde kitlenin kilisenin baskısından
dolayı gizlenmek zorunda kaldığını, bu zorunlu durumun kişiyi aile ve
çevresinden koparıp kitleye mecbur bıraktığını ve kitlenin kendi içindeki
psikolojik radyasyonuna maruz kaldığı dolayısıyla kişilik erozyonu yaşadığını
belirtmiştik.
Henüz kitle iletişim araçlarının icat edilmediği bir dönemde
insanları kapalı bir kutuya hapsetmek radyasyonun daha hızlı etki etmesine
sebebiyet vereceği aşikârdır.
Belki de o dönem İnsanları bir tek hedefe yöneltebilmek,
kişilerin farklılıklarından sıyrılıp kolektif bir bilince sahip olması için
gerekliydi.
Le Bonn: ‘’Kitlelerin kendilerine kabul ettirilmiş fikirleri
vardır, muhakeme mahsulü fikirleri hiç yoktur” diyor ve “Bilinçli kişiliğin
kaybolması, bilinçaltıyla hareketin hâkimiyeti, duygu ve düşüncelerin sirayet
yoluyla aynı yöne doğru yönelişi, telkin edilenlere hemen başlama isteği” gibi
durumların kitlelerin olmazsa olmazı olarak görüyor ve o dönem insanının nasıl
bir sürüye dönüştürüldüğüne dair önemli ipuçları veriyordu.
Elbette bu süreç istenen bir durumdu ve hemen olacak bir şey
değildi.
Peki, kitle bu süreci nasıl yönetiyor ve insanları kendi
kişiliğinden soyutlamayı nasıl başarıyordu?
Karşılarına kiliseyi düşman olarak koyanların veya
kilisenin, kitleyi düşman gösteren bu tutumunun insan psikolojisi üzerindeki
etkisini Canetti: “bu toplulukların özelliklerinden birisi zulme uğradığını
düşünmesidir, bu duygu sonsuza dek düşman ilan ettiği insanlara yönelttiği
kendine özgü bir öfkedir. Düşmanlar yumuşak, sert ya da sempatik, keskin veya
ılımlı davranabilirler; ne yaparlarsa yapsınlar yaptıkları her şeyin değişmez
bir art niyetten, kitleyi açık ya da sinsi bir biçimde yok etmeye yönelik kasıtlı
bir niyetten kaynaklandığını düşünecektir kitle insanı” diyerek bize bir cevap
veriyordu.
Nitekim Martin Luther: “İstediğim şekilde dua edemeyecek
kadar kalbim soğuk olduğu zamanlar, aklıma düşmanlarımı getiririm... Öyle ki,
kalbim öfke ve nefretle şişer ve o zaman tutkuyla dua edebilirim. Ve öfkem ne
kadar kızgın olursa, dualarım da o kadar güçlü olur” diyerek bir anlamda bir
düşmana olan ihtiyacını ifade ediyordu.
Bütün bunlara ne gerek vardı?
Başka türlü de hak talep edilemez miydi?
Yüzyıllarca sürecek olsa bile insan hayatına mal olmayacak
bir sistem üzerinde çalışılamaz mıydı?
Bilinmez ama belli ki kısa olan ömrünün farkında olarak
kestirmeden sonuç alınmak istenmiş, belki bir sistem düşünülmüş; ancak düşman
gerekli görülmüştü.
Belki de kitleyi kendisinin hak yolda olduğuna inandıran
düşüncenin altında kendisini engellemeye çalışan bir düşmanın oluşuydu.
Belki de onlar da tıpkı Hz İsa gibi hakkı zalimin yüzüne
haykırdıkları için bu kadar eziyete maruz kaldıklarına inanıyorlardı.
Belki de onlar da tıpkı havariler gibi gizlenmeleri
gerektiğine dair bir inanç taşıyordu.
Haliyle kitle insanının kendini mutlak doğru görmesi de
kaçınılmaz oluyordu.
Her şey bununla bitmemeliydi, buraya kadar kitleleşme
aşaması yaşanmış geriye onlar için bir dünya hazırlanmalı ve burada yaşamaya
alışmaları sağlanmalı; dolayısıyla hapsedildikleri akvaryumda onlara yeni ve
özel olduklarını hissettirecek bir hayat sunulmalıydı.
Aksi takdirde bu büyü bozulabilir ve insanların kitlenin
geleceğini tehlikeye atacak şekilde rahat davranmasına sebebiyet verebilirdi.
Bu durumu: ‘’… (Kitle adamı) arasında gurur ve kendini
yüceltme çoğunlukla, başkalarına "senin bilmediğin bir şey biliyorum"
diyebilecekleri gerçeğine dayanır. Bu öyle bir seviyeye ulaşır ki bir yandan
şekilsel bir hava atma ve diğer yandan başkalarını dışlama yöntemi haline gelir
ve başkalarından gizlenen bir şeyi bilmenin kıskançlığı sergilenir’’ diyerek
açıklıyordu Simmel…
O ana kadar sıradan bir hayat yaşarken çoluk çocuğunun
rızkını kazanmak için bile kiliseden izin almak zorunda olan o insan, değer
görmediği bir dünyadan; artık kendisine bir takım görevler verilen, sırlar
emanet edilen ve böylelikle özel olduğuna inandırılan bir dünyaya taşınmıştı.