Bir süredir, moda sektöründen medyaya, kendini “aydın” sananlardan sosyal medyadaki etki avcılarına kadar geniş bir cephe aynı şarkıyı söylüyor: “Özgürlük…” Ama dikkat edin; bu kelime, ellerinde masum bir çiçek değil, zehirli bir hançer. Çünkü bu “özgürlük” söylemi, hayaya, iffete, mahremiyete yöneltilmiş organize bir saldırının kılıfı.

Giyim sektörü ve bazı medya çevreleri, “çağdaşlık” ve “özgürlük” adı altında çıplaklığı yüceltiyor, örtünmeyi küçümsüyor. Örtünen kadın “gerici” diye yaftalanırken, teşhircilik “ilericilik” diye pazarlanıyor. Oysa insan sadece etten kemikten ibaret bir beden değildir. Bedenin mahremiyeti, insan onurunun en temel parçasıdır. Onu ulu orta sergilemek, insanı değerli bir varlık olmaktan çıkarıp, pazara sürülmüş bir metaya indirgemektir. Bu hem aklın hem vicdanın hem de fıtratın bozulmasıdır.

Son dönemlerde Diyanet’in cuma hutbelerinde ahlak ve haya vurgusu yapması, toplumsal çöküşe karşı önemli bir uyarı niteliği taşıyor. Evet, belki geç kalınmış bir adım, ama yerinde bir adım. Ne var ki, bu uyarı bazı çevreleri rahatsız etti. “Kadınların ne giyeceğine Diyanet karar veremez” diyerek, aslında Diyanet’i değil, bizzat Kur’an-ı Kerim’in apaçık emirlerini hedef aldılar.

Burada mesele başörtüsü ya da kıyafet tercihi meselesi değildir. Mesele, insanın hem kendine hem Yaradan’ına karşı sorumluluğudur. Örtünme, kadını baskı altına almak değil, onu değerli kılmaktır. Onu vitrine koymak değil, iffetle korumaktır. Teşhir ise özgürlük değil, aksine nefsin, piyasanın ve kapitalist modernitenin esaretidir.

Bugün “özgürlük” maskesiyle yürütülen bu kirli propaganda, toplumun ahlaki temellerini hedef alıyor. Gençleri değerlerinden koparıp savurmak, aile yapısını zayıflatmak, mahremiyet duygusunu yok etmek istiyorlar. Çıplaklığı cazip ve “cesur” göstererek, aslında insanı en ucuz meta haline getiriyorlar.

Diyanet’in hutbesindeki haya vurgusu, aslında İslam’ın kadına ve erkeğe ortak çağrısıdır: Ölçülü olmak, mahremiyete saygı duymak, nefsin aşırılıklarına kapılmamak. Ama bu çağrı, nefsin pervasızca serbest bırakılmasını isteyenleri rahatsız etti. Çünkü onlar için “özgürlük”, ölçüsüzlük demektir.

Daha da ötesi, birileri işi provokasyona vardırıyor. “Başörtüsü zorunluluğu gelirse tepki vermek için başımı açıyorum” diyenler, özgürlükten değil, inanç değerlerine karşı bilinçli bir meydan okumadan besleniyor. Bu, bireysel tercih değil, organize bir kültürel sabotajdır.

Kirli propaganda mekanizması çok açık işliyor: Önce “özgürlük” kelimesi parlatılıyor. Sonra örtünme, çağ dışı, geri, hatta baskıcı gösteriliyor. Nihayetinde gençlerin zihninde şu algı yerleştiriliyor: “Örtünmek seni sınırlar, açılmak seni özgürleştirir.” Oysa hakikat bunun tam tersidir. Teşhir, insanı özgür kılmaz; reklam panolarına, sosyal medya algoritmalarına, moda trendlerine köle yapar.

İslam’ın ölçüleri, insanı aşağı çeken değil, yücelten ölçülerdir. Örtünme, insana değer kazandırır; bedeni, sadece kendisine ve Rabbine ait kılar. Mahremiyet, insanın şerefidir. Bu ölçüler, asırlardır değişmedi, kıyamete kadar da değişmeyecek.

Bugün “karanlık dayatma” diye hutbeleri hedef alanlar, aslında kendi karanlık fikirlerini “özgürlük” kılıfıyla pazarlıyor. Oysa biliyoruz ki, haya giderse ahlak gider. Ahlak giderse, toplum gider. Yarın çocuklarımızın yaşayacağı dünya, bizim bugün verdiklerimiz ya da terk ettiklerimizle şekillenecek.

Toplum olarak önümüzde iki yol var: Ya değerlerimize sarılacağız ya da başkalarının kurguladığı kirli senaryoların figüranı olacağız. Bizim ölçümüz ne moda dergilerinin kapakları ne de reyting uğruna hazırlanmış televizyon programlarıdır. Bizim ölçümüz, Allah’ın kelamıdır.

Özgürlük, nefse boyun eğmek değil, nefsi dizginlemektir. Nefse kul, köle olmak esaret, nefse hakim olmak özgürlüktür. Gerçek özgürlük, Rabbimizin sınırlarını kabul edip, onun koruması altında yaşamaktır. Bu hakikati eğip bükmeye, yok saymaya kimsenin gücü yetmeyecektir.