Birkaç gün önce ölümüyle dünya gündemine
oturan İngiliz Kraliçesi kimilerini yasa boğdu. Ölümü üzerine
kimileri “Sultan Süleyman’a kalmayan dünya Kraliçe Elizabeth’e de
kalmadı” üzerinden, kimileri bu vesile ile İngiliz aklından, kimileri
“Nerede olursanız olun, ölüm sizi bulur; hatta isterseniz sağlamlaştırılmış
yüksek kalelerde olun” ayetini esas alarak dünyanın geçiciliğine ilişkin
yorumlar yaptı. Nereden bakarsak bakalım her pencere dersler ve ibretler dolu.
Biz de biraz İngiliz sömürgeciliği penceresinden bakalım. Bu pencereden en
güzel görünen Senegalli yazar, film yönetmeni ve senarist Osman Sembene’nin
tarihe vurduğu damgasıdır.
Osman Sembene 1997 yılında İngiliz
Kraliyet Ailesi Özel Onur Ödülü'ne layık görülür. Törene katılan Osman,
kürsüden kraliçenin şahsında dünya emperyalistlerinin ruhlarını bedenlerinde
sıkıştıran, Yusuf Kaplan hocanın kulaklarını çınlatan şu konuşmayı yapar;
"Bayanlar baylar! Konuşmama İngilizce devam etmeyeceğim için kusuruma
bakmayın. Sizin topraklarınızdayım ve sizin tarafınızdan ödüllendiriliyorum.
Anadilimde konuşmama devam edeceğim. Ne söyleyeceğimi merak edenler
koltuklarındaki tercüme kulaklıklarını takabilirler.
Evet, İngilizler ülkemize geldiklerinde
ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatarak
dua etmemizi öğrettiler.
Gözlerimizi açtığımızda ise; bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız
vardı.
Sizin dininizi, dilinizi öğrendik. Bu dil ve din bizi hep çalışmak zorunda
bırakan itaatkâr köleler yaptı. Özgürlük için her karşı geldiğimizde bize silah
verip bizi birbirimizle savaştırdınız. İngilizler gelmeden önce topraklarımızda
sadece mahalle kavgalarımız vardı. İngilizlerin kutsal dini bizim
kavgacılığımızı kullandı, evlatlarımızı kendi kardeşleriyle savaşan vahşi
savaşçılar yaptı.
Aramızda hastalıklar yaydınız. Sonra da ilaçlarını bize sattınız. Ne olduğunu
bilmediğimiz içeceklerle kimyamızı bozdunuz. Atalarımızı zincirleyerek büyük
şehirlerinize köle olarak götürdünüz. Gördüğünüz yüksek devasa binaları,
caddeleri, tünelleri ve kiliseleri bizim etimizi, kanımızı ve terimizi harç
olarak kullanıp inşa ettiniz.
Pisliklerinizi temizlemek için
sanatçılarınıza, fikir adamlarınıza sadece sizi tarif eden insan tariflerini
yaptırdınız. Her çeşit yiyeceklerin yetiştiği topraklarımıza ilaçlar döktünüz.
Petrol için bizi öldürdünüz. Bize daha önce hiç şahit olmadığımız acılar
yaşattınız.
Her gelen gemiden; kıyılarımıza hep ikiye bölünmüş tekneler yanaştı. İlk
gelenler zulüm ettiler. Arkasından gelen arkadaşları zulmü durdurma vaadiyle
bizleri ele geçirdiler. Bugün gelenlerde aynı şekilde hâlâ işgale devam
ediyorlar. Yeni ilaçları, biyolojik silahları ve hastalıkları deneyen gönüllü
doktorlarınızı istemiyoruz.
Diliniz birbirimizi anlamamızı
zorlaştırdı. Bize şarkılarımızı ve masallarımızı unutturdu. Bu fakir dilinizi
ret ediyoruz. Bizi zorla şekillendiren sanatınıza karşı çıkıyoruz.
Özgürlüğümüzü ilan ediyor, Afrikalı insanlar olarak doğduğumuzu ve Afrikalı
ölmek için de bütün Avrupa’yı topraklarımızdan kovuyoruz. Birbirimizi öldürelim
diye bize öğrettiğiniz ırkçılığı, felsefe diye önümüze sürdüğünüz batının sığ
kafalı laflarını, hukuk adına yaptığınız bütün faşistliklerinizi, sanat adına
dayattığınız bütün süslü öğretilerinizi Afrika topraklarından silene kadar
Afrika sizinle savaşacaktır.
Siz kabul etmezseniz de bir Afrikalı en
az dünyanın herhangi bir yerindeki bir batılı kadar onurludur. İnsan onurlu
doğar. Ve hiçbir onurlu insanın kraliçelerin vereceği onura ihtiyacı yoktur.”
Salon buz keser. Ödülünü de almadan çıkıp
giderek yukarıda görüldüğü üzere tarihe notlar düşer. Aslında Kürtçemizde nasıl
tercüme edileceğini bilmediğim şu deyim buraya cuk diye oturur; “Cilik di bin
kralîçe û bavê kralîçe de nehişt” Sanırım “Kraliçenin makyajını kezzapla döktü”
demek uygun düşecektir.
Çok üzülerek ifade etmeliyim ki, süreç
farklı versiyonlarla devam etmektedir. Gür sesli, cesur Osmanlara ihtiyacımız
hep olacaktır.