Merhum yazar Asım Gültekin ile uzun süredir ilgilendikleri
etimoloji üzerine sohbet ediyorduk. “Kendi” kelimesinin kritiğini yaparken, “k”
harfinin öz, “en” ekinin şahıs, “di” ekinin ise zaman anlattığını söylemişti.
Hangi zaman? sorusuna ise “bezmi elest” yani Cenab-ı Hakkın, ruhlara “ben sizin
Rabbiniz değil miyim” diye sorduğunda onların “bela” cevabını verdiği zaman
şeklinde cevaplamıştı.
Herhalde çabası Kendi’yi tanımanın kendini tanımakla, onun
da Rabbini tanımakla alakasını vurgulamaktı.
Kendini tanımak mevzusuna eyvallah. Ki Üstad’ın da Ene
üzerine bu anlamda hayli kıymetli analizleri var.
İlahi gayeden kopuk salt bir tanıma merakı, genel kültür
yığınına yeni bir gereksiz ayrıntı ekleyeceğine göre hakikat açısından hedef,
kendini tanımayan insanın kendileşip enaniyete kapılmasından yani egosunun
kölesi haline gelmesinden sakınmak olmalı.
Kendi’liğin, Allah azze ve celle ile irtibatlı ele alınması
diğerinin kendisini de Hakka göre tanıtır.
Birey olarak söylersek “kendim” kulluğuma nitelik katma
gayretinde isem, bu başka kulların hukukunu gözetmemi zorunlu kılar.
Devlet olarak da adalet ve hakkaniyetle yeryüzü
halifeliğini veya ilahi emaneti, ilâ-yı kelimetullah şuuruyla daha ilerilere
taşımak azminde isek, o zaman “kendimiz” beslediğimiz besili atların kuvvetiyle
başka coğrafyalardaki Allah düşmanlarına da korku salmaya başlamışız demektir.
Devlet dini ve siyasi oluşumların kemiyet ve keyfiyetine
dayandığına göre başkasındaki kendiliği yorumlama biçimi onun hakkındaki söz,
hal ve eylemlerin hepsini ortaya çıkaran temel etken oluyor.
Ve kendi inancımız bütün tafsilatıyla, filan kimselerin
inancıyla örtüşüyorsa o zaman bu kendilik artık onları da kapsıyor.
Kendi geçmişimizin içinde yer alanların hususi bir takım
farklılıkları onların yine kendimizin bir parçası olmalarına engel teşkil
etmiyor.
Avrupa, Amerika, Rusya ve Çin kendi çıkarları için hiçbir
sınır gözetmezken, İslam ülkelerinin sadece aralarına ördükleri fiziki hudutlar
değil ısrarla kültürel, ulusal, mezhebi vs sınırlarla güçlerini ne kadar kötü
yönettiklerini görmezden gelmeleri arızi bir durumdur.
Yoksa İmam Şafii hazretleri kendimizdendir. Doğduğu Gazze
de, ilmi serüveninin menzilleri de kendimizdendir. İmam-ı Azam Ebu Hanife için
de İmam Gazali hazretleri için de durum aynıdır. Ve hakeza diğer sahaların
önderleriyle, velileri ve tüm sembol isimleri ile “kendimiz” anlam ve tarif
kazanır.
Öyle olmazsa mevcut vaziyetteki gibi Mekke-i Mükerreme ve
Medine Münevvere, İslam Aleminin kendisinden ziyade Suud hanedanıyla
ilişkilendirilir ki bu da Kuds-ü Şerif’in hanedansızlığını dolayısıyla da
sahipsizliğini netice verir.
Körfez ülkelerinin her birini kralların aşiretleriyle
“kendisi” gören, Mısır’ı ordusuyla, Türkiye’yi, Kemalizm ile kendisi gören bir
kodlamada Filistin’in “kendi” varlığını işgal rejiminin “kendi” sanallığı
içinde yok sayma çabasına karşı Hamas, şu anda en net cevabı veriyor.
Ne diyor: Biz burada bir sülalenin iktidarıyla değil
Mescid-i Aksa’nın ve şu beldemizin gerçekliğiyle “kendimiz” olarak varız. Ve
biz hepinizin kendisinin bir parçasıyız.
Şimdi kendimizi yeniden tanıma vakti. Filistin bizden
değilse biz kimdeniz? Kimiz? Orada katledilen Kuran hafızlarının okuduğu
kendimizin ise onlar kim?
Filistin’i Arapların meselesi gören pespayeliğe karşı
direnişimiz sadece sözlü reddiyelerle mi sınırlı yoksa o kardeşlerimiz,
şiirimizin, düşümüzün, siyasetimizin, sanatımızın neresindeler?
Acıları acımız da üzüntüleri ne kadar üzüntümüz, korkuları
ne kadar korkumuz, ahitleri ne kadar ahdimiz?
Biz kendileşmekte ısrar ederken onların kendisine neler ettiğimizin sahi ne kadar farkındayız?