Bir
Halepçe katliamının yıldönümünde bir Halepçe yazısı yazmaya niyet ettim.
Halepçe ile ilgili neler yazabileceğimi kafamda tasarlamaya çalıştım. Baktım
ki, iki cümleyi bir araya getiremiyorum.
Demek
ki, Halepçe’yi yazmak kolay değilmiş. Ya Halepçe’yi yaşayanlar…
Kurmaya
çalıştığım her cümle, edebiyatın çıkmaz sokağına doğru yol alıyor, çıkış
yapamıyordu…
Halepçe’yi yazmaya
niyetlendiğim yazı için bilgisayarın başına geçerken beynin de patinaj
yaptığını öğrendim…
Halepçe ile ilgili bazı
müzikleri mp4 formatında izledim. İnsan resmen kilitleniyor. Artık susuyor ve
öylece bakakalıyor… Babalarının kollarında yerde yatan bebeler, zehirli
gazlarla boğulan çocuklar, kadınlar, yaşlılar…
Yavaş yavaş nefessiz kalıyor,
nefes alamıyor ve bedeniniz de yavaş yavaş yanarken sağa sola kaçışarak,
yığılarak ölüyorsunuz.
Manzara dehşetten de öte…
O günün görüntülerine bakıp
kilitlenmemek mümkün değil.
O sembol fotoğrafları her
gördüğünüzde daha yeni görmüş gibi etkileniyorsunuz…
Duygu tellerimin iyice
inceldiğini ve kopma noktasına geldiğini hissettim. Zehirlenerek öldürülmüş
insanlardan, yanmış cesetlerden, sahipsiz bir milletten bahsediyoruz. Kimisi
çocuğuna sarılmış, kimi çocuklar birbirlerine sarılmış…
Yorumlamak için videoyu
ikinci kez izleyemiyorsunuz, “Bu kadarı yeter” demek ihtiyacı hissediyorsunuz…
Zehirlenerek öldürülmüş
bir köpeğe bile yoğunlaşmış duygularla bakıyoruz. Ya zehirlenerek öldürülmüş
binlerce insana…
Yeni bir yol deneyeyim, belki
yazmak için bir yol bulurum, dedim. Halepçe ile ilgili ağıtları peş peşe dizip
dinlemeye karar verdim. Bir ağıt 30 yıl boyunca tazeliğini bu kadar mı korurdu.
Bana yol belirleyecek düşüncesiyle dinlediğim müzikleri öylece dinlediğimi fark
ettim. Öğrendim ki bu ağıtlar, ameliyatlarda anestezi olarak kullanılıyormuş.
Bundan olacak ki bizi bizden alıyordu bu ağıtlar.
Bunları dinlerken çocukluğuma
gittim. O zaman bu katliamdan kaçabilenler sınırın bu tarafına
gelmişlerdi. O zaman biz onlara peşmerge diyorduk. Acaba birileri bilerek
mi bizim zihnimize onların peşmerge olduğunu kazıdı. Oysaki onlar
peşmergelikten önce Kürt idiler. Bizden idiler. Kardeşimizdiler. Aramıza sınır
konularak birbirimizden koparılmış, bizim birer parçamız idiler. Ama biz onlara
peşmerge diyerek farklı baktık. Gerekli bütünleşmeyi sağlayamadık…
Halepçe Kürt ve insanlık
tarihinin en büyük katliamlarından birisidir. Zehirli gazla insan boğmanın
belki ilk ve en büyüğüydü. Bu da biz mazlum Kürt halkının payına düşmüştü.
Bu katliamı hiç kimse yazıya
dökemez. Ben de yazmaktan aciz kaldım. Halepçe anlatılmak ve anlaşılmak
isteniyorsa herkes sussun o gün çekilen fotoğraflar konuşsun. Bazen bir
fotoğrafa bakar ve: “Bu fotoğraf çok şey anlatıyor” diyoruz ya. İşte o
fotoğraflar çok şey anlatıyor.
Zamanın durduğu bazı zamanlar
vardır. İşte o zaman, zaman durmuştu. Dünya ise 5 bin Kürd’ün zehirlenerek
öldürülmesine, bir o kadarının yaralanmasına, gazların etkisiyle yaklaşık 70
bin kişinin sakat kalmasına susmuştu.
Yıllardır o fotografçının bu
fotoğrafları nasıl çekebildiğine hâlâ şaşıyorum. Nasıl bir yürek bu? Nasıl
dayanabildi? Yoksa Allah onun bu fotoğrafları çekebilmesi ve sonraki nesillere
ulaştırabilmesi için güç-kuvvet mi verdi?
Kimse Halepçe’yi yazıya
kâğıda dökemez. Halepçe’yi yazamaz. Halepçe Kürtlerin ve duyarlı her insanın
hafızasında kayıtlı ve gelen nesillerin hafıza kartlarına taze acısıyla
aktarılmaktadır.
Biz Halepçe’yi yazmaya
çalıştık. Halepçe’yi incelemeye çalışırken, 180 bin Kürd’ün öldürüldüğü,
binlerce kadının dul kaldığı Enfal Soykırımını da unutmuyoruz.
Bir anda kendinizi Kürtlerin soyunu kurutmaya çalışan katliamların içinde bulursunuz. İyisi mi siz yakın tarihte Kürtlerin kanlarının ne kadar ucuz olduğunu daha iyi görmek için Kürtlere atılan tırpanları inceleyin. Biz Kürtlerin sadece Halepçe’yi yaşamadığımızı göreceksiniz. Roboskî’yi de yaşamışız. Susa’yı da Xirabêripin’i de yaşamışız. Kimyasal gazlarla boğulmuşuz, otomatik silahlarla taranmışız, üzerimize uçaklardan bombalar da yağdırılmış, paramparça edilmişiz. Mayınlarla havaya uçurulmuş, her bir parçamız bir yana dağıtılmıştır.