Felaket üstüne felaket, bela üstüne bela
derler ya! Ülke olarak böyle bir hal geldi başımıza. Tarihte benzeri az
rastlanır duble depremler yaşadık. Önce 7.7 şiddetinde, dokuz saat aradan sonra
da 7.6 şiddetinde iki büyük sarsıntıyla sarsıldık. Dördü büyükşehir olmak üzere
10 il depremlerden ciddi anlamda zarar gördü. Ardından kötü bir bilanço
bıraktı. Depremlerden milyonlarca kişi etkilendi. Bir milyondan fazla kişi
yerli muhacir oldu. On binlerce ölü. On binlerce yaralı. Milyonlarca dağlı
yürek.
Binlerce artçı sarsıntı ve buna paralel
olarak enkaz altından çıkarılan her cenazeden sonra yüreklerimizde artçı
sarsıntılar. Enkaz başlarında beklemenin azaba dönüştüğü, zamanın
anlamsızlaştığı, o geçmek bilmeyen saniyeler…
Vicdan sahibi herkesin travma, vicdansızların
taverna havasında geçirdiği zorlu günler.
Yüzlerden maskelerin düştüğü, cenazeler
çıkarıldığında getirilen tekbirlerden rahatsız olduklarını belirten,
tekbirlerin laikliğe aykırı olduğunu söyleyen embesiller ve moronlar…
Bizimle hiç gülmeyen, bizimle hiç
ağlamayan, bizimle hiç dertlenmeyen, kalpleri bizimkiyle çarpmayan, bir azamız
ağrıdığında hiçbir azaları ağrımayan katotlar…
Normalde böyle durumlarda, bu derece
büyük bir yıkım, harabe, enkaz karşısında nutuk kesilir. Ama bu, baykuşlar için
geçerli değildi elbette. Enkaz ve harabe onlar için ötecekleri, tünecekleri
mekânlardı. Enkazı ve harabeyi nimetten sayarlardı. Öyle ki böyle bir harabe ve
enkaz aylar öncesinden onların hayallerini süslüyordu; "Erdoğan seçimle
gider mi? Hayır. Darbe ihtimalini en az görenlerdenim. Hem de bugünün
koşullarında darbe yapabilecek kabiliyet yok. Teknik açıdan darbe yapmak bana
göre çok zor. Peki, neler olabilir? Tayyip Erdoğan'ın gitmesi için çok büyük
bir halk öfkesinin olması lazım. Büyük bir doğal afet, büyük bir deprem, büyük
bir doğal felâket... Büyük yangınlar, çok büyük can kaybına yol açacak sel
felâketi, depremler gibi..."
Müjdesini almıştı baykuş. Halkı Erdoğan’a
karşı öfkelendirebilecekleri bir ortam oluşmuştu. Baykuşlar bunu
değerlendirmeliydiler. Bir harabeye konup ötmeliydiler.
Başka biri: “Süleyman Demirel’in bir sözü
var. Siyasette nasıl gelirseniz. Öyle gidersiniz. Erdoğan 1999 depremiyle
geldi. Bu depremle de gidecek” diyerek başka bir harabeye konup öttü.
Başka biri enkazdan çıkarılan birkaç
aylık bebeklere tanımlama getirmeden “Önce AKP’ler çıkarılıyor” diyerek başka
bir enkaza, başka bir harabeye kondu. Baykuşlara gün doğmuştu. Konabilecekleri
10 ilin harabeleri, enkazı vardı artık.
Millet can derdindeyken başka biri yıkık
bir havaalanına kondu: “Gelin beni tutuklayın” diyerek öttü, Donkişot’luk yapıp
yel değirmenleriyle savaştı. Körüğe “Yardıma gelenler tutuklanıyor” pompasını
vurdu.
Basiretli, feraset sahibi halkımız
siyasetin de enkaz altında kaldığını gördü ve not etti. Baykuşların
uğursuzluğuna inanmasa da bu baykuşların uğursuzluğuna inandı.
Acil koduyla depremzedelerin yardımına
koşan sivil toplum kuruluşları görmezden gelindi. Kızılay, İHH, Türkiye Gençlik
Vakfı, Umut Kervanı Vakfı, Sadaka Taşı, Hayrat Vakfı, Deniz Feneri, AKUT, İlim
Yayma Cemiyeti, Beşir Derneği, Özgür- Der, İsmailağa Derneği, Hüdayi Vakfı,
Cansuyu, Avrupa Yetimeli, İyiliğe Davet, İHO Ebrar, İhlas Vakfı, AGD ve daha
nice kuruluş…
Ama bir baykuş bir harabeye konup;
“İslamcı kuruluşları neden göremiyoruz” diyebiliyordu. Baykuşlar enkaz ve
harabelerde uçuşarak milyonlarca yalan baloncukları da uçurabiliyorlardı.
Ama deprem kalplerimizi birleştirmiş,
bize iyilerle kötüleri de göstermişti.
Bu arada Deniz Baykal da deprem
günlerinde öldü. İnsanlar sadece depremde ölmüyordu. Vakti zamanı geldiğinde
Allah’ın görevli melekleri herkesin canını alacaktı. “De ki: “Sizin
için görevlendirilmiş bulunan ölüm meleği canınızı alacak, sonra
rabbinize döndürüleceksiniz. (Secde-11)”
Kimsenin bu dünyada kalma seçeneği yoktu.
Ne mutlu iman üzere ölenlere… Depremde yakınlarını kaybeden herkese
taziyelerimi iletiyor, yaralılara acil şifalar diliyorum.