Arap baharı büyük bir umut
oluşturmuştu insanlarımızda. Batı’nın kuklası veya muhtar olarak atadığı
diktatör ailelerin sultası bitecek, halkın istediği kişiler iş başına
gelecekti.
Fakat diktatörlerin
hâkimiyeti öyle kolay bırakması düşünülemezdi. Bunu biliyorduk. Ama Suriye’de,
muhtemelen “El-Muhaberat” görevlisi sivil birinin, ağzında sigara ile
vatandaşlarına ateş ederek katletme görüntülerini izlediğimiz zaman işin ne
kadar da ciddi olduğunu anladık.
Evet, yanlış duymadınız.
Adamın ağzında sigara vardı ve Kanas tipi uzun menzilli bir silahla tek tek
ateş edip karşıdan adam öldürüyordu. Hani fırıncının ekmek yapması veya
bakkalın margarin satması gibi mesleğini icra ediyordu(!).
Uzun zamandır, Batı’nın
coğrafyalarımızda yaptığı enerji hırsızlığına ortaklık yapan aileler iktidardan
uzaklaşacaktı, öyle mi? Batı için bu durum kabullenilecek bir şey değildi.
Siyasi olarak taraf olmak ve olmamak, insan hakları falan veya demokrasi
dedikleri bilmem ne menem yönetim şekli şöyle dursun, enerji hırsızlığını devam
ettirecek birilerini iş başına getirmek elzemdi onlar için.
Yakın coğrafyamızdaki olup
bitenlerden etkilenmememiz imkân dışı idi. Nitekim Suriye’den akın akın
insanlar gelmeye başladığı zaman, olayın sıcaklığı veya Esed’in hemen
gidiciliği üzerine yapılan hesaplar nedeniyle bir “Ensar” rolü biçildi
Türkiye’ye.
Yapılan doğru idi. O günün
şartlarında, milyonlarca sivili terör gruplarının veya diktatör gaddarların
insafına bırakmak olmazdı. Çünkü Suriye’de yürütülen kirli bir savaş vardı ve
maalesef siviller katlediliyordu. Hatta Esed yönetimi zalimlikte ha bire level
atlıyordu.
Tabi Türkiye’nin ekonomik
olarak canlı veya nispeten güçlü olduğu bir zamanda gelen mülteciler, büyük bir
sorun teşkil etmiyordu. Ya da beraberlerinde getirdikleri sorunlarla baş
edilebiliyordu. Tabi ki her şey güllük gülistan değildi. Ama bir tas çorbamızı
paylaşacak imkânımız vardı.
Fakat evdeki hesap çarşıya
uymadı. PKK, yılların birikimi olan silahlı gücünü Batı’nın lejyoneri haline
getirdi. Böylece Suriye pastasından bir pay alacaktı. Batı IŞİD’e karşılık PKK
veya PYD (Aralarında bir fark yok)’ye lejyoner olarak görev verdi. Suriye’deki
menfaatlerini korumak adına IŞİD’i bahane ederek, PKK’yi devletleştirme
faaliyetlerine destek verdi.
Aslında NATO veya Batı bloğu
ile Erdoğan arasındaki kırılma anı, Batı’nın Suriye’deki bu tutumudur.
Oluşturulacak Kürt devletinin Batı bloğunda yer alacağı, dolayısıyla Türkiye’ye
karşı sürekli bir sorun teşkil edeceğinden, sadece Erdoğan değil Türkiye Devlet
olarak bu fiili duruma “Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı”
operasyonları ile cevap verdi.
Ancak pandeminin olumsuz
koşulları, Batı’nın ekonomik müdahaleleri, Erdoğan’ın “Nass” çıkışı gibi
nedenlerle, Ülke çok kısa bir süre içerisinde ekonomik olarak yokuş aşağı
inmeye başladı. Vatandaşın beklemediği bu ekonomik gidişat, halkta bir panik
oluşturdu.
Tabi kamuoyunda ilk tepki
Suriyeli mültecilere karşı oluştu. Özellikle kiraların fahiş olarak artması,
piyasada kiralık ev bulunmaması, yurdum insanının satılık evlerin yanından bile
geçememesi gibi durumların oluşturduğu tepkiler, bir doygunluk bariyerine
ulaştı.
Bu nedenle muhalefet,
Suriyeliler üzerinden iktidarı vurmaya çalıştı. Halkta karşılığı olan bu durumu
iktidar da gördü. Ancak iktidar olmanın ağırlığı ile zamana yayarak, artık
Suriyelilerin ülkelerine gitmesi gerektiği kanaatine vardı.
Yapılan en son Bakanlar
Kurulunun ana gündem maddelerinden biri de özelde Suriyeli, genelde bütün
mültecilerdi. Bir program dâhilinde Türkiye’deki mültecileri seyrekleştirecekleri
anlaşılıyor.
Tabi bu seyrekleştirmenin o
kadar kolay olmayacağı biliniyor. Çünkü sadece Suriyeli olarak 4 milyon kişiden
bahsediliyor. Bunlardan bir milyondan fazlası Türkiye’de doğdu. Yeni doğumlular
için Suriye yabancı ülke konumunda.
Bütün parametreler düşünüldüğünde, Suriyelilerin memleketlerine gitmeleri çok kolay olmayacak ama kanaatimizce bu kez iş ciddi.