İblis, Hz. Âdem ile Hz. Havva’yı aldatmak için geldiğinde kendisinin nasihat edici olduğuna yemin etmişti.

“Ve: 'Gerçekten ben size nasihat edenlerdenim' diye yemin de etti.” (A’raf 21)

Şeytan, insan fıtratındaki nasihate olan açlığı, ilgiyi ve itibarı biliyordu. Yine insandaki, nasihat edenin yalan söylemeyeceğine dair saf ve temiz inancı da biliyordu. Ve henüz Hz. Âdem ile Havva, güvenilir (emin) olmayan biriyle karşılaşmamışlardı. O yüzden İblis, güvenilir olduğunu söylemeye ihtiyaç duymadı.

Sonrasında yeryüzünde en hızlı tükenen ve ancak ilâhi müdahaleyle doldurulan kıymet güven oldu.

Peygamberler (asm), kavimlerine kendilerini takdim ederken hep şunu söylediler:

“Ben sizin için güvenilir bir nasihatçıyım.” (A’raf 68)

“Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” (Şuara 143)

Ve Allah Resulü (sav)’de bu güvenilirlik beyanı O’nun dilinden değil, bizzat muhataplarının dilinden geldi: “Muhammed-ül Emin”

Ve bağlılarını da öyle yetiştirdi: “Müslüman, dilinden ve elinden güvende olduğu, mü’min de insanların malları canları hususunda, kendisine güvendiği kişidir.” (Tirmizi)

“Çevresindeki kişilerin kendisinden emin olmadığı kişi cennete giremez.” (Müslim)

“Hayırlınız, kendisinden iyilik umulan ve kötülüğünden emin olunandır, kötünüz de kendisinden, iyilik beklenmeyen ve kötülüğünden emin olunmayandır. (Tirmizi)

Ve itikad, tasdik, ikrar, izan, iykan gibi inanmak manasına gelen birçok kelime varken Allah-ü Teala, “ey iman edenler” diyerek kullarını en çok “emn” yani güven kökünden gelen kelimeye aşina kıldı.

Müslümanların kafirlerle kurdukları bağlar da asla onlara güvenmeye değil, onların şerrinden sakınmaya dayalıdır:

“Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri kendilerine dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah'la bir ilişiği kalmamış olur. Ancak onlardan kendinizi korumak gayesiyle sakınmanız müstesnadır.” (Âl-i İmrân 28)

Ve şu memlekette Kur’ana, Peygambere, Dini savunanlara, Ezan’a, Başörtüsüne, Allah’ın Şeriatına kin güden kesimlerle bir müslümanın salt bir güven bağı olamaz. Bu, onların kötülüklerinden korunma dışında hiçbir açıdan mümkün değildir.

Laik ve Kemalist ayinlerinde; “İstersen asalım bütün hoca ve müritleri, istersen kapatalım imam hatipleri” diyen güruha zerre kadar güven duyan bir müslümanın aklından zoru veya sorunu vardır.

Bunca yaşanmışlıktan sonra hâlâ Din Dersini zorunlu olmaktan çıkaracaklarını söyleyenlere nasıl güvenilir ki?

Birbirlerinin yolsuzluklarını ihbar edip yakalattıktan sonra “bizim siyaseten önümüzü kesmeye çalışıyorsunuz” diye yaygara koparanlara milyonlarca kişi nasıl itibar eder akıl alır gibi değil.

Ayyuka çıkmış hırsızlıkları belgelerle, kamera kayıtlarıyla ortaya saçıldığı halde bunların iş başına geldiğinde memleketin kaynaklarını ceplerine indirmeyeceklerine, milletin malına çökmeyeceklerine ve ülkeye hizmet edeceklerine dört kuşaktan cumhuriyet halk partili olduğunu söyleyenler nasıl inanıyorlar hayret doğrusu.

Abdesti, namazı, orucu, zekatı, edebi, zikri ve en azından dine hürmeti olmayanlara neden ve nasıl güvenilsin?

Her fırsatta alkole, müstehcenliğe, müptezellere, cinsi sapkınlara sahip çıkanlara hangi mantıkla, hangi gerekçeyle itimad edilsin.

Sadece son zamanlarda sürekli söbelenen ana muhalefet değil, iktidar partisindeki erimenin sebebi de bu güvensizlik değil mi?

İşgal rejimine karşı kullanılan sert dile rağmen bu konuda toplumun nedeni güveni kazanılamıyor?

İklim Sözleşmesinin kabulü de benzer değil mi? Batının dikte ettiği her talep, bir şeyler uğruna kabul edilecekse, bunun sınırları hususunda inandırıcılık artık ne kadar sağlam kalabilir?

Velhasıl, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’nin de bütün alanlarda en büyük problemi güvendir, güvendir, güvendir.

Mevlâ cümlemizi “güvenilir” kullarından eylesin.