Geçenlerde gitmiş olduğum bir
taziyede bir imam dostumuzun anlattığı yaşanmış bir kıssayı onun iznini alarak
özetle yazmak istiyorum.
Çok eski devirlerde medresede
okuyan üç arkadaş varmış. Yıllarca birlikte okuyan ve iyice kaynaşan ve artık
kardeşten de öte olan bu arkadaşlar, medreseden icazet alıp mezun olma
vakitleri gelince farklı memleketlere gidecekleri için birbirlerini
unutmasınlar ve uzun süre sonra karşılaştıklarında tanınmak için
aralarında “Ben O’yum” şeklinde bir parola belirlemişler.
Zaman içinde bu arkadaşlardan
biri bir medresede müderris, biri tüccar, diğeri de bir memlekete vali olmuş.
Aradan uzun bir zaman geçmiş. Tüccar olan memleket memleket dolaşırken gittiği
memlekette arkadaşının vali olduğunu öğrenmiş. Hemen ziyaretine gitmiş. Ne var
ki valinin yanına varılamıyor. Yaverine kendini tanıtıp vali ile görüşmek
istediğini söylemiş. Yaver valiye durumu iletmiş iletmesine lakin, vali tüccarı
makamına kabul etmemiş. Tüccarın ısrarı işe yaramamış ve yaver yapacak bir şeyi
olmadığını söylemiş. Bu sırada tüccarın aklına aralarında belirledikleri parola
gelmiş. Ve bir kâğıda “ben O’yum” diye belirledikleri parolayı yazmış ve
yavere, “bu kâğıdı valiye ver beni hemen kabul edecek” demiş. Yaver içeri gidip
hemen geri gelmiş. Tüccarda sevinip kendisini kabul edeceğini zannetmiş ancak
mesele beklediği gibi olmamış. Yaver olumsuz cevabı iletince, “kâğıdı valiye
göstermedin mi? Okumadı mı?” diye sormuş. Yaverde, “Evet, kâğıda bakıp okudu,
düşündü, birkaç defa çevirip-çevirip baktı. Sonra da arkasına bir şeyler
yazdı.” Demiş. Tüccar acele ve merakla kâğıdın arkasına bakınca şok olmuş. Vali
olan arkadaşı şöyle yazmış: “Sen O olabilirsin, fakat ben artık o değilim”
Evet, aslında bu darbımesel
yerine geçecek olan kıssa günümüz insanının içinde bulunduğu durumu ne güzel
anlatıyor.
Etrafımıza baktığımızda; bir
makam-mevki sahibi olan veya zenginliğe ulaşan kimselerin hemen kendilerinin
diğer insanlardan üstün olduğu zehabına kapıldıklarını ve zamanla inandıkları
değerleri ve savundukları “davalarına” nasıl yüz çevirdiklerini görüyoruz.
Kendi ailesini, geçmişini,
dostlarını, yola çıktıklarını yolda bulduklarıyla değişenler mi dersin? Eski
dostlarını artık tanımayan ve makamı elinden gitmesin diye her şeyden vazgeçeni
mi ararsın? Kişilik erozyonuna uğrayan, kalbi nasırlaşmış zavallılar mı
ararsın?
Günümüzde oldukça fazla olan
bu tip makam-mevki sevdalıları eninde sonunda kaybedeceklerdir. Çıktıklarını
zannettikleri Kaf dağından tepe taklak olarak aşağı yuvarlanacaklardır. Kibir bataklığında
çırpındıkça çırpınacaklar ve kendilerini kurtaracak bir dost eli
bekleyeceklerdir. O dost eli de menfaat için etraflarında pervane olanlar
değil, asıl dostları olacaktır.
Hasbelkader geldikleri makam
ve mevkilerin veya servetlerin bir imtihan vesilesi olduğunu unutup, kibir
abidesi şekline bürünüp davalarını ve dostlarını terk edenler hep olmuştur ve
olmaya devam edecektir. Ayakları yerden kesilen bu zavallılar, hatalarını
kendilerine anlatmaya çalışanları da aşağılayarak kendilerinden uzaklaştırırlar.
İmtihanı kaybedip şeytanın maskarası olan ve insanlara tepeden bakan bu düşük
karakterli kişilerin durumuna düşmemek için elimize yetki, makam, mevki ve mal
geçtiğinde hem Allah’a hem kullarına karşı mütevazı olmayı kendimize ilke
edinelim. Ne kadar zengin veya büyük makam sahibi olursak, o ölçüde insanlara
değer vermeli ve alçak gönüllü olmalıyız ki; Allah da insanlar da bizden razı
ve hoşnut olsunlar. Aksi takdirde dünyalık makam ve mevkii imtihan gereği veren
Allah, bir gün yine imtihan gereği bizden aldığında hem dünyayı hem de
ahiretimizi kaybedebiliriz.