Sağlıklı, genç, karınca gibi canlı, koşuşturan bir dostumun,
meslektaşımın on beş gün içinde birden yoğun bakıma düşmesi, sonra da vefat
edip gitmesi beni tekrar ölüm hakikatini düşünmeye, tefekkür etmeye itti.
Bir insan düşünün, sizin gibi bir insan, sizin her gün
gezdiğiniz, tozduğunuz sokaklarda, caddelerde o da gezip tozuyor. Sürekli
çarşıda, pazarda karşılaşıyorsunuz. O da sizin gibi yiyor, içiyor, yatıyor,
gülüyor, ağlıyor, seviniyor, öfkeleniyor, mutlu oluyor… Sevinçleri, kederleri,
acıları, arzuları, hevesleri, hayalleri, umutları, projeleri, idealleri var…
Sonra birden her şey bitiyor. Daha düne kadar konuşup sohbet ettiğiniz bu insan
taştan, tahtadan farksız bir varlığa dönüşüyor ve gidip onu toprağa gömüyorsunuz.
Bir çukur kazıyorsunuz ve onu o karanlık çukura koyup geri dönüyorsunuz.
Her gün, her Allah’ın günü dolaştığınız sokak ve caddelerde,
oturduğunuz şehirde, kasabada, köyde, mahallede böyle onlarca insan; erkek,
kadın, genç, yaşlı, çocuk, her yaştan ve her meslekten insan, zengin, fakir
ayırımı olmadan aynı kadere uğruyor. Birden dünyayla, hayatla ilişiği kesiliyor
ve sanki hiç yaşamamış gibi oluyor.
Ve hepimiz görüyoruz bu acı gerçeği; ben görüyorum, sen
görüyorsun, o görüyor ama hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyoruz. Bir
gün sıranın bize geleceğini bildiğimiz halde vurdumduymaz, ilgisiz bir ruh hali
içinde er geç bizi tutup fırlatacak, kendisinden uzaklaştıracak dünyaya, dünya
hayatına sonsuzmuşçasına dört elle sarılıyoruz. Tüm arzularımızı,
hayallerimizi, emellerimizi bu hayata göre programlıyoruz.
Her gün bizi bırakıp giden sevdiklerimizin, dostlarımızın,
akrabalarımızın, yakınlarımızın nereye gittiklerini, ölümden sonraki hayatı,
ölümden sonra başımıza nelerin geleceğini, nelerle karşılaşacağımızı hiç
düşünmüyor, merak etmiyoruz. Tenha bir sokaktan, evde yalnız kalmaktan,
karanlıktan, bir köpek havlamasından korkan, küçük bir sinek ısırığından ürken,
bir iğnenin verdiği acıya tahammül edemeyen bizler önümüzdeki korkunç
belirsizliğe aldırmıyoruz, nelerle karşılaşacağımızı umursamıyoruz.
Kimim ben? Gerçekten ben kimim diye düşünmüyoruz. Nerden
geldim, nasıl geldim, niçin geldim, kim beni gönderdi? Nereye gideceğim,
nelerle karşılaşacağız? Ben kimim? Tesadüfün eseri miyim? Tesadüfen mi var
oldum ve ölünce yok olup gidecek miyim?
Tesadüfün eseri d eğilsem, küçük bir kâinat hükmünde olan
ben, her şeyiyle bir mucize olan bedenim ve varlığım bir sahibin, bir
sanatkârın eseriyse, yaratıldıysam, beni yaratan niçin gönderdi beni bu
dünyaya? Bu kadar mükemmel, mucizevi bir yaratılış altmış yetmiş yıl için mi?
Kimim ben? Beni yaratan ne için gönderdi beni? Benden ne
istiyor? Ne yapmam gerekiyor? Nereye gideceğim? Nerden geldim ve nereye
gideceğim? Beni ne bekliyor?
Ah! Her gün onlarca insan hiç olmamışlar, yaşamamışlar gibi
toprağa karışırken, ölüm bir avcı gibi birer birer sevdiklerimizi, dostlarımızı
tuzağa düşürüp alıp götürürken ve her an sıranın bize gelmesi mümkünken hiçbir
şey yokmuş gibi yaşamak ne acı! Yaratılışımız, yaratılış gayemiz, ölüm sonrası
hayatımız üzerinde düşünmemek, kafa yormamak, endişelenmemek ne büyük bir
gaflet? Ne büyük bir cehalet?