Mevzuyu biliyorsunuz; Mehmed Göktaş Hoca yıllar önce
90’lı yıllarda İslami hassasiyetlerinden dolayı gözaltına alınan bir gencin
başından geçenleri konu edindiği bir yazı yazmış, yazısının başına gelenler
pişmiş kellenin başına gelmemişti…
İş çetrefilli bir hal almaya doğru gidince de “O kişi Muhsin
Yazıcıoğlu değil” diye bir yazı yazmak durumunda kalmıştı.
Çok özetle konu şu; 1995 yılında bir genç gözaltına alınır
ve enva-ı çeşit işkencelerden geçer. Tahliye olduktan sonra da başından
geçenleri Mehmed Göktaş hocaya anlatır. O da konuyu “O namazları asla kaza
etmeyeceksin” başlığı altında gazetemizdeki köşesine taşır…
Sonrasında Abdullah Kılıç “Yetmişlerin Türkiye’sinden Bir
Gençlik Hatırası” diye bir kitap yazmış, Mehmet Hoca’nın yazdıklarını “kes
yapıştır” usulü kitabına almış ve “Yaşlı adam sordu adın ne? Nerelisin? Suçun
ne delikanlı? Adım Muhsin Yazıcıoğlu. Suçum...” şeklinde küçük bir ilave
yaparak baltayı taşa vurmuş ve bu ilave, Göktaş hocanın gizlediği ismi ifşa
etmesine vesile olmuştu…
Böylece o kişinin, HÜDA PAR Genel Başkan Yardımcılarından
Abdullah Aslan olduğunu öğrenmiştik.
Mehmed Göktaş hoca 90’lı ve 2000’li yıllarda gözaltına
alınıp işkence tezgâhlarından geçen dindarların başlarından geçenleri kaleme
almaları gerektiğini her platformda dile getiriyordu. Ama kimse yazmaya
yanaşmıyordu. Yazmamalarının sebebini de Allah için işkence görenlerin
ihlaslarına halel gelebileceği endişesine bağlıyordu.
Cezaevinde iken 2000’li yıllarda yaklaşık iki ay gözaltında
kalan bir ağabeyimizi yaşadıklarını yazıya dökmesi için ikna etmeye çalıştım;
“Gözaltında yaşadıklarınız tarihi bir olaydır. Anlat da yazıya dökeyim. Bu
saklı tarih emniyet binasının bodrum katında kalmasın, dedim. Anlatmak sevaptır
dedim de dedim. Mehmet Hoca’nın dediği gibi anlatmaya yanaşmıyordu. “Biz
bunları Allah için yaşadık. İhlasımızın zedelenmesinden korkuyorum”
diyordu.
İki bin dereden su getirerek sonunda onu ikna ettim. Birkaç
gün onu dinledim. Bitirdiğinde ona şunu dedim; “Sen bizzat bunları yaşamışsın.
Eğer sen bunları yazarsan benden daha iyi yazarsın. Yazarken o günlere gidecek
o atmosfere girecek çok güzel tarihi vesika oluşturacaksın. Çocuklarına da hiç
nasihat etmene, vaaz vermene gerek kalmayacak. Çocukların senin yaşadıklarını
bilirlerse istikameti şaşmazlar. Senin vasiyetname de yazmana gerek kalmaz. Bu otomatikman
vasiyetname hükmünü alır. Yaşadığın bu işkence süreci onlar için pusula olur.”
dedim.
O anlattı ben yazdım, o anlattı ben yazdım… Ve bir gün; “O
söylediklerimin herhangi bir yerde yazılmasını istemiyorum” demesin mi! Belli
ki benden sonra şeytan aleyhi la’ne ona uğramış ve söylediklerinin yazılmaması
için onunla konuşmuş ve onu ikna etmişti.
Derken başka bir arkadaşa uğradım, iki bin dereden su
getirerek onu ikna etmeye çalıştım, bir yerlerde yazmamak ve anlatmamak kayd-u
şartıyla bana birkaç bölüm anlattı. Kendimi bir korku filminin içinde buldum.
Çok korkunç bir adressiz sorguydu bu. İki ayı aşkın bir süre adressiz
sorgulanmak! Yok, böyle bir şey! Anlattıklarının neticesinde insanın bünyesinin
ne kadar güçlü olduğu sonucuna da varırken babamın –Allah rahmet eylesin—
zaman zaman insanın musibetlere karşı dayanırlığını vurgulamak için
söylediği “İnsan weke pola ye, insan çelik gibidir” sözünü hatırladım.
Şöyle dedi ağabeyimiz; “Artık dayanamadım ve konuşmaya
karar verdim. Wallahi billahi tallahi birayê Ziya! Gördüğüm rüya değildi,
halüsinasyon hiç değildi. Tek kişilik hücremde mübarek yüzlü birisi
arkadan elini omuzuma yavaşça vurdu. Ona döndüğümde, konuşma! Dedi. O esnada
imanım tavan yaptı. Hemen bulunduğum bir metrekarelik hücrenin kapısını çaldım
ve gelen işkenceci polise; “Hûn ji bavê xwe bêminetin –Elinizden geleni
ardınıza koymayın. Konuşmuyorum, size hiçbir şey anlatmayacağım” dedim.
Bu kişi hâlâ yaşıyor. Bir yerlerde “Sanığa soruldu; ismin
nedir? Genç adam; “Ben Abdullah Öcalan” diye bir yazıyı görene kadar da
onu ifşa etmeyeceğim.
0 yorum