“Gelin şurada bir çay
içelim” deriz ya bazen, en azından açlığımızı gidermek kadar lüzum hissederiz
de.
Aynen onun gibi gelin şurada oturalım, birazcık haddimizden
hududumuzdan, kim olduğumuzdan, okkamızdan kilomuzdan söz edelim, diyorum.
Buna öylesine ihtiyacımız var ki, günlük hayatımızda çayı
çok sevdiğim için söze oradan giriş yaptım.
Şuradan başlayalım. Biliyor musunuz, en fazla bundan yetmiş
seksen yıl önce, bazılarımız için daha da az bir zaman önce biz bu dünyada yoktuk,
hiç kimse de bizim gibi birilerinin bu dünyaya geleceğini bilmiyordu. Fazla
değil, belirli bir zaman sonra biz yine yok olacağız.
Sizin anlayacağınız, bir alt yazı gibi dünya ekranlarından
bir defacık geçivermiş olacağız. Dünyanın ömrüne kıyasla birkaç saniyelik alt
yazıdan ibaretiz, koskoca bir hiçiz, vesselam.
Var olduğumuz bu kısacık müddetin önemli bir bölümünü de
acziyet içinde geçiriyoruz; analarımızın rahminde ceninlik dönemimiz, sonra
çocukluk dönemimiz hep ebeveynimize muhtaç bir şekilde geçirdik.
İhtiyarlığımız da aynen öyle olacak, evlatlarımızın,
torunlarımızın desteğiyle geçireceğiz bu dönemi de.
Buraya kadar var mı bir itirazı olan, zavallılığımızı,
acizliğimizi kabullenmeyen var mı?
Fakat bu iki dönemin arasında kendimizi bir halt zannettiğimiz
bir merhale var ya, işte bu noktada birazcık durmalıyız. Kur’an insanoğlunun bu
dönemine “istiğna dönemi” diyor. Kendisini kuvvetli zannettiği, her şeye
gücünün yeteceğini zannettiği, hiç kimseye eyvallahının olmadığını düşündüğü
dönem. Daha da ileri giderek tuğyan edip tağutlaştığı hatta ilahlığa yeltendiği
bir dönem.
Ne kadar gülünç öyle değil mi? Şu dünyada birkaç saniyelik
alt yazı kadar cürmü olmayan insanoğlunu küstahlığına bir bakar mısınız?
Özellikle kendisini Yaradana karşı sergilediği küstahlığa! Kendisini bir
nutfeden yaratan Rabbine karşı çekişen bir hasım oluveriyor. (16/4, 36//78,
96/1-8)
Onun için diyorum ki, gelin biraz haddimizi bilelim, hatta
çay seanslarımız olduğu gibi ‘haddimizi bilme seanslarımız’ olsun diyorum.
Sayısız hikmetinin yanında oruç tutmanın bir anlamının da
insanoğlunun haddini bilme eğitimi olduğunu düşünüyorum.
Açlık ne müthiş bir terbiye! İnsanoğlu belirli bir müddet
yiyip içmediğinde ölüp gidecek bir varlık olduğunu görmüyor mu acaba?
“Hz. İsa ve Hz. Meryem’e ulûhiyet isnat eden sapkınlara
Rabbimizin “o ikisi de yiyip içerlerdi” (5/75) söylediğine bir bakar
mısınız?
Haddini bilmeyen, azgınlaşan, tuğyan edip tağutlaşan
insanların yeryüzünü nasıl fesada verdiğini hepimiz ibretle izliyoruz.