Said Nursi, yaşamı yoğun çile ve ızdıraplarla dolu bir din
alimi ve arifi olarak son dönemin öne çıkan simalarındandır.
Sürgün hayatı, Barla yaşamı ve yaşamının diğer dönemleriyle
de öne çıkan örnek bir şahsiyet olan Bediüzzaman, yaşamı boyunca birçok haksız
uygulamaya maruz kalmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi 1878'de Bitlis'in Hizan ilçesinin
Nurs köyünde, yedi çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi.
Babasının adı Mirza, annesinin adı ise Nuriye'dir. Küçük yaşından itibaren ilme
merak salan Said, ilk eğitimini, tahsilde olan ağabeyi Abdullah'ın izne geldiği
zamanlarda, ondan aldı.
Henüz çok küçükken eşya ve hadiseleri inceden inceye
sorgulamaya başlayan Said, dokuz yaşından itibaren çıktığı ilim yolculuğunda
birçok ilim merkezlerine uğradı, ama hiçbir yerde uzun süreli kalmadı.
İcazetini aldığı Doğubayazıt’tan ayrılan Said, genç yaşına
rağmen klasik medrese eğitiminin sınırlarını aşan engin bir birikime sahip
olmuştu.
Said, Doğu'daki birçok ilim merkezlerine giderek, o dönemin
medrese âlimleri arasında gelenek hâlinde olan ilmî münazaralara katıldı.
Keskin zekâsı ve güçlü hafızasının yardımıyla, katıldığı bütün münazaralardan
başarıyla çıktı. Doğu'daki meşhur âlimlere rüştünü fiilen ispatlamış olan
Said'in genç yaşta ulaştığı ilim seviyesi, herkesi hayrete düşürdü. Anlaşılması
en zor konuları bile hemen kavraması, okuduğu ve incelediği kitapları bir kere
okumakla ezberine alması gibi farklılıkları sebebiyle, zamanın âlimleri ona
"Bediüzzaman (zamanın eşsizi)" unvanını verdiler.
Şirvan, Siirt, Bitlis ve Tillo'dan sonra 1894'te Mardin'e
geçen Nursi, burada bir yandan ilmi münazaralara devam ederken, diğer taraftan
da Şehide Camii'nde ders vermeye başladı. Hürriyet, meşrutiyet kavramlarını ve
bu kavramlar etrafında İstanbul'da başlayan fikri ve siyasi mücadeleleri ilk
kez burada duyan Nursi, bir çok sosyal faaliyetin de içinde yer aldı. Siyasetle
ilgilenmeye de ilk defa Mardin'de başlayan Bediüzzaman, tartışmalarda fikrini
açıklamaktan geri durmuyordu. Bulunduğu topluluklarda tartışmalara neden olan
Said Nursî'yi, Mardin Mutasarrıfı, bir tedbir olarak il hudutları dışına
çıkarmak zorunda kaldı.
Bitlis'e giden Bediüzzaman'ın ilmî vukufiyeti ve farklı
kişiliği, Bitlis Valisi Ömer Paşa'nın dikkatini çekti. Ömer Paşa Bediüzzaman'a
vilâyet konağında kalarak çalışmalarını devam ettirebilmesi için bir oda tahsis
etti. Doğu ve Batı klasikleriyle beraber, fen bilimlerine ait kitapları da
içinde bulunduran konağın büyük kütüphanesi, Bediüzzaman'ın fen bilimlerine ait
en son bilgilere ulaşması için bir zemin oluşturdu. Bitlis vilâyet konağında
geçirdiği iki yıl süresince, din ilimlerine olduğu kadar fen ilimlerine de
vakıf oldu.
İki yıl kadar Bitlis'te kalan Bediüzzaman, şehrin ileri
gelenlerinin, özellikle de Van Valisi Hasan Paşa'nın daveti üzerine Van'a
gitti. Henüz yirmi yaşlarında olan Nursi bu tarihten itibaren yaklaşık on, on
iki sene kadar Van'da ikamet etti. Said, devlet erkânının sohbet meclislerine
sık sık katıldığı, aşiretler arası anlaşmazlıkları çözmede rol aldığı ve
talebelere ders verdiği bilinmektedir.
Bediüzzaman’a cevher ve kabiliyeti ilk keşfeden devlet
adamlarından biri olan Van Valisi Tahir Paşa, 1913'te vefat edinceye kadar, ona
her türlü imkânı sağlamayı ihmal etmedi.
Molla Said, Tahir Paşa'nın kütüphanesinden ve makamına gelen
gazete ve dergilerden son derece istifade etti. Bir yandan tarih, coğrafya,
matematik, fizik, kimya, astronomi ve felsefe alanında yazılmış kitapları
okurken; diğer yandan da İslam dünyasını ve Osmanlıyı yakından ilgilendiren
meseleleri ve gelişmeleri ilgiyle takip etmeye başladı.
Bediüzzaman Bitlis'te iken ezberine aldığı kırk kitaba ek
olarak Van'da elli kitabı daha hıfzına aldı. Bu kitaplar içerik olarak tek tip
değildi; din ilimleri, fen ilimleri, felsefe, tarih, edebiyat alanındaki meşhur
eserlerdi. Bu doksan kitabın ezberini, özellikle gece vakitlerinde üç ayda bir
hafızasında tekrar ederdi.
Bediüzzaman Van'da bulunduğu sürece, daha ziyade "Molla
Said-i Meşhur" unvanı ile tanınıyordu.
Bediüzzaman'ın Van hayatı, İslam âleminin geri kalma
nedenleri ve bu durumdan nasıl kurtulabileceği konusuna odaklaştığı
görülmektedir. Nihai noktada vardığı sonuç; bütün problemlerin cehaletten,
ihtilaftan kaynaklandığını ve bunun için de eğitim alanında önemli ve yeni
adımların atılması gerektiğiydi.
Bu anlamda ilk adımı yine Van'da attı. Van'da kaldığı sürede
eğitim metodunu tamamen kendisinin hazırladığı bir medrese kurdu.
Molla Said'in esas hedefi, fen ve din ilimlerinin bir arada
uygulanacağı bir üniversiteyi Doğu Anadolu'da kurmaktı. Bu üniversiteye,
Kahire'deki Ezher Üniversitesi'nden hareketle "Medresetü'z-Zehra"
ismini verdi. Van, Bitlis ve Diyarbakır üçgeninde gerçekleştirmeyi hedeflediği
bu proje ile sadece cehalet ve geri kalmışlıkla mücadele etmekle kalınmayıp,
muhtemel siyasi ve sosyal problemlere de bir çözüm bulunacağına inanıyordu.
"Kur'ân'ın sönmez bir güneş hükmünde olduğunu, ben
dünyaya ispat edeceğim"
İngiliz Meclisi Mebusan'ında Müstemlekat Nazırı elinde
Kur'an-ı Kerim'i göstererek söylediği bir nutukta: "Bu Kur'ân İslâmların
elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'ân'ı
onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'ân'dan
soğutmalıyız." demişti.
Bediüzzaman, bu haber üzerine; "Kur'ân'ın sönmez ve
söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde oldzğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve
göstereceğim." der ve harekete geçer.
İstanbul'a ilk seyahat
Bediüzzaman, bu azim ve istekle birlikte
"Medresetü'z-Zehra" projesi için resmi makamların yardımını temin etmek
üzere Kasım 1907' de, henüz otuz yaşlarında iken İstanbul'a geldi.
Bediüzzaman, Fatih'teki Şekerci Hanı'nda bir otel odasına
yerleştikten sonra, odasının kapısına şu levhayı astı: "Burada her müşkül
halledilir, her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz." Bununla tüm
dikkatleri üzerine çeker.
Bediüzzaman, (Mayıs 1908) eğitim reformları hakkındaki
fikirlerini içeren dilekçesini Saray'a sundu. Bu dilekçesi bir gazetede
yayımlandıktan sonra tüm okları üzerine çeker.
Akıl hastanesine sevk edilen Bediüzzaman, aklıyla doktorları
da hayrete düşürür. Doktorların olumlu raporunun ardından saray paşaları ilk
tedbir olarak Bediüzzaman'ı hemen bir hapishaneye naklettirirler ve orada da
başlarına bela olmaması karşılığında rüşvet teklif ederler; ancak bir netice elde
edemezler. Bediüzzaman, zulmen atıldığı bu ilk hapishanede çok kalmaz ve
Meşrutiyet'in kabulünden sonra ilan edilen siyasi af kapsamında hürriyetine
kavuşur.
Şam'da hutbe verdi
1910 tarihine gelindiğinde, Bediüzzaman seyahatin yönünü
güneye çevirerek, Hakkari, Bitlis, Muş, Urfa, Kilis, Diyarbakır'a
uğrayarak Şam'a geçti. Şam'a gelmesindeki önemli gayesi, buradan Mısır'a
geçerek El Ezher Üniversitesinin, eğitim sistemini yerinde görüp incelemekti.
Ancak, Şam'da çok sayıda Ezher mezunu âlimlerin olması, Üniversite hakkında
onlardan yeteri kadar bilgi alması ve bir an önce İstanbul'a gitme gereği,
Mısır'a geçmesine engel oldu.
Şam'da iken, âlimlerin ısrarı üzerine Şam Emevi Camii'nde
bir hutbe verdi. Yüzden fazla âlimin hazır olduğu, on bin kişiye hitaben
verilen bu hutbenin konusu; İslam dünyasının içinde bulunduğu olumsuz durumun
nedenleri ve bundan kurtulmanın çareleriydi. Bu hutbe daha sonra "Hutbe-i
Şamiye" adı ile kitaplaştırılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı ve esaret
1914 yılı yaklaşırken, Bediüzzaman talebelerine sık sık,
büyük bir felaketin gelmekte olduğunu hissettiğini söyler. Ve medresesini adeta
bir kışlaya çevirmek üzere bolca mavzer tüfekleri aldırır. Sık sık talebelerine
silah eğitimi de veren Said Nursi, kısa bir sürede, uzaktaki bir yumurtayı
nişan alıp vuracak duruma getirir onları.
Birinci Dünya Savaşı'nın ilan edilmesi ile birlikte, Said
Nursi, yeğeni ve talebesi Molla Habib ile bereber, hemen gönüllü alay
vaizi yazılarak Erzurum cephesine gönderildiler. Kısa bir süre sonra Başkomutan
Enver Paşa tarafından milis alayı komutanı unvanı ile resmi olarak
görevlendirilir. Talebelerinin büyük çoğunluğu şehit düşen, Gönüllü Alay
Komutanı Said Nursi, savaş sırasında büyük başarılara imza atar ve iki sene
sonra, Mart 1916'da Bitlis'te Ruslara esir düşer.
Bitlis'in Rusların eline geçmesi ile birlikte esir düşen
Nursi, Tiflis'te tedavi edildikten sonra Kosturma'daki esir kampına götürülür.
İki buçuk sene kadar burada esir kalan Nursi, Rusya'daki rejim kargaşasından da
istifade ederek firar eder.
Leningrat'tan Almanya'ya, oradan da Petersburg
üzerinden Varşova'ya gelir. Viyana'yı da gördükten sonra, Sofya üzerinden
trenle 1918 Haziran'ında İstanbul'a ulaşır.
"Said Kürdi Efendi, ahiren şehrimize muvasalat
eylemiştir"
Bediüzzaman'ın İstanbul'a gelişi zamanın gazetelerinde şu
ifadelerle duyurulur:
Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle birlikte Kafkas
cephesinde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman
Said Kürdi Efendi, ahiren şehrimize muvasalat eylemiştir.
Bediüzzaman Ankara'da Meclis'te: Namazın önemini vekillere
anlatır
Bediüzzaman'ın kahramanlıklarını Ankara'dan takip eden yeni
Meclis ve Ankara hükümeti onu takdirle karşılamışlar ve ardından da Mustafa
Kemal başta olmak üzere bir grup milletvekilinin isteği doğrultusunda kendisine
telgraflar çekilerek Ankara'ya davet etmişlerdir.
Bediüzzaman gelen bu ısrarlı davetler üzerine, "Ben
tehlikeli yerde mücadele etmek istiyorum, siper arkasında mücadele etmek hoşuma
gitmiyor" diyerek olumsuz cevaplar vermişse de davetlerin devam etmesi ve
eski dostu Tahsin Paşa'nın şiddetli ısrarı üzerine 1922'de Ankara'ya gelmiştir.
9 Kasım 1922 Perşembe günü TBMM'de Bediüzzaman için kapsamlı
bir karşılama merasimi yapılır ve verilen bir önerge üzerine de kürsüde
gaziler için kısa bir tebrik konuşması yapar ve ardından da dua eder.
Bir taraftan Meclis çalışmalarına katılan Bediüzzaman diğer
taraftan da milletvekilleri ile özellikle dini konularda münazaralarda bulunur.
Kısa sürede milletvekillerinin ve meclisin ahvaline vakıf olan Bediüzzaman,
özellikle mebusların namaza karşı ilgisizliği dikkatini çeker ve bunun üzerine
bir beyanname kaleme alarak vekillere dağıtır.
Bu beyanname hemen tesirini göstermiş ve altmış milletvekili
daha namaza başladığı için, küçük olan mescit daha büyük bir yere taşınmıştır.
Mustafa Kemal'le tartışması: "Paşa Paşa! İmandan sonra
en yüksek hakikat namazdır"
Kazım Karabekir Paşa, Bediüzzaman'ın milletvekillerine
dağıttığı bu beyannameyi Mustafa Kemal'e okur. Kısa bir süre sonra da 50-60
kadar milletvekilinin de bulunduğu bir ortamda Mustafa Kemal ile Said Nursi
arasında bir tartışma yaşanır.
Mustafa Kemal, kızgınlığını ifade eden bir ses tonu ile;
"Biz senin yüksek fikirlerinden faydalanmak için buraya çağırdık, sen ise
gelip, namaza dair şeyler yazarak aramıza ihtilaf soktun" der. Bunun
üzerine Bediüzzaman hiddete gelir ve iki parmağını Mustafa Kemal'e uzatarak,
yüksek bir ses tonu ile şöyle cevap verir:
Paşa Paşa! İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır, namaz
kılmayan haindir, hainin hükmü ise merduttur.
Bediüzzaman'ın bu cevabı üzerine, bazı milletvekilleri
kendisi için endişeye kapılırlar. Ancak beklediklerinin tam aksine olarak,
Mustafa Kemal, kızgınlığını bastırmış bir ses tonu ile sözüne açıklama
getirmeye çalışarak, geri adım atar.
Sürgün hayatı başlıyor
Bedizüzzaman, 1925'deki Şeyh Said kıyamında dahli olmamasına
rağmen hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek dağından alarak sürgüne
gönderdi. Bir iki sene sonra, kendisi ile birlikte sürgüne gönderilenler
serbest bırakılıp memleketlerine dönmelerine rağmen, Said Nursi 1960'ta
vefatına kadar serbest bırakılmayarak, sürgün, hapishane, esaret, tarassut
hayatı yaşadı.
1926 yılının şiddetli bir kış mevsimine rastlayan ramazan
ayında, kızaklara bindirilerek, Trabzon'a, oradan deniz yolu ile İstanbul'a
götürülen Said Nursi burada yirmi gün kadar sürecek bir sorgulanmaya tabi
tutuldu.
Bu arada Anadolu'daki Şeyh Said Kıyamını soruşturan özel
mahkeme de tahkikatını bitirmiş, Bediüzzaman Said Nursi'nin, Şeyh Said
kıyamı ile hiçbir ilgisinin olmadığı sonucuna varmıştır. Buna rağmen Ankara'dan
gelen bir emir üzerine Bediüzzaman'ın Burdur'da zorunlu ikamete tabi tutulması
emrediliyordu.
Bunun üzerine İstanbul'dan İzmir'e, oradan Antalya'ya
ve nihayet oradan da kara yolu ile 1926 yılının Mayıs ayında Burdur'a
getirildi.
Bedizüzzaman, Isparta, Barla ve Eskişehir, Kastamonu,
Denizli, Emirdağ ve Afyon'daki sürgün ve zindan hayatı boyunca bir çok çileler
çeker ancak yazdığı risalelerle bu yıllarını büyük bir verimle geçirir.
Urfa ve vefatı
Ramazan ayı geldiğinde Bediüzzaman ağır hastaydı. Takvimler
19 Mart 1960 tarihini gösteriyordu. Said Nursî yanındaki talebelerine Urfa'ya
gitmek istediğini söyledi. Arabası hazırlandı ve seksen iki yaşındaki
Bediüzzaman, ağır hasta hâliyle arabanın arka koltuğunda yola çıktı. 20 Mart'ta
yağmurlu bir havada yaşanan bu yolculuk, onun son yolculuğuydu.
21 Mart günü Urfa'ya ulaştığında talebeleri kendisine
Halilürrahman Dergâhını göstermek istediler. Ama o yürüyemeyecek kadar
rahatsızdı. Onu şehrin en iyi oteli olan İpek Palas Oteli'ne yerleştirdiler. Bu
arada otele gelen polisler, derhal Isparta'ya dönmesi emrini tebliğ ettiler. Bunu
duyan halk otelin önüne toplandı. Polis ısrarla Bediüzzaman ve yanındaki
talebelerinin Urfa'dan ayrılmasını istiyordu. Bu baskı sürerken Bediüzzaman 23
Mart 1960 günü 27 numaralı odada, sabaha karşı vefat etti.
Hayatı boyunca dayanılması güç acılara ve baskılara maruz
kalmasına rağmen, hayat tarzıyla bir destan yazan Bediüzzaman, arkasında miras
olarak altı bin sayfalık Risale-i Nur Külliyatı ile milyonlarca Nur talebesini
bırakmıştı.
Büyük bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra
Bediüzzaman'ın naaşı Halilürrahman Dergâhı'nda kendisine ayrılan yere
defnedildi.
27 Mayıs 1960'taki askeri darbenin ardından Millî Birlik
Komitesi hükümeti Bediüzzaman'ın kabrinin nakledilmesine karar verdi. Komite,
cebren ve hileyle 12 Temmuz 1960 gecesi Bediüzzaman'ın Urfa'daki mezarını
kırdırarak açtırdı. Bediüzzaman'ın naaşını, askerî bir uçağa koyarak Afyon
askerî havaalanına indirtti. Kara yolu ile yapılan uzun bir yolculuktan sonra,
yerini Abdülmecid Nursî'nin de bilmediği bir mezara defnettirdi. Hayatta iken
onun varlığını istemeyenler, vefatından sonra da onu rahat bırakmamışlardı.
Aradan geçen 62 yıla ve tüm çağrılara rağmen Bediüzzaman'ın naaşının nerede
olduğu bilinmemektedir. (İLKHA)
0 yorum