Bir önceki makalede, “Yavaş Yavaş İmandan Çalıyorlar”
demiştik. Sadece o değil, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra bizi bizlikten çıkarıp
başkalaştırma yolunda son sürat devam ediyorlar.
Ben kimim? Biz kimiz? Sorusunu hiç üzerimize almadık. Kaldı
ki, kimse üzerine almıyor. Hep üçüncü şahıslara bırakıldı cevaplar... Ne kötü
ki, hiç üçüncü şahıslar olmadı...
Zan ediyor muyuz ki, hesap anında bu geçerli bir sebep
olacaktır. Kafamızı kuma gömmekten vazgeçip hakikatlere göz açma vakti gelmedi
mi? Hiç mi bir konu-komşu, yakınımızı toprağa verip geri dönmedik? Rahmetliyi
sevdiklerin ilk toprağı attığına hiç mi şahit olmadık? Sevdiklerimizin
ölümünden sonra, 3 günlük taziyede, bilemedin en fazla 2 ay gibi bir sürede
kendi hayatımıza kaldığımız yerden devam etmiyor muyuz? Onları, o çetin hesapla
baş başa bırakmadık mı?
Vallahi, billahi; bizim de sevdiklerimiz, bizleri o çetin günde
yalnız bırakıp geri döneceklerdir. Kim için, ne yapıyoruz? Dünya için bu kadar
uğraşımız ne diye?
Bizlere verilen bu kısa mühlette, ahiret için ne kadar müsrif
davranıyoruz. Oysa ki Allah: “…İsrâf etmeyin; çünkü Allâh isrâf edenleri
sevmez.” (el-En’âm, 141) diye buyurmuyor mu?
En büyük israf; kırdığımız kalbi onarmadaki gevşekliğimiz, attığımız
iftira sonucundaki umursamazlığımız, sevdiklerimiz hep yanımızda olacakmış gibi
afra-tafralarla makul isteklerini kırıcı ifadelerle geri çevirmemiz, sözün
nereye varacağını hesaplamadan atıp-tutmamız, bir-iki kişi gülsün diye, ya da kurtulduk
diye sevinip söylediğimiz yalanlarımız, helal-haram demeden boğazımızdan geçen
lokmalarımız, yanımızdaki çalışanların alınlarındaki ter kuruduğu halde haklarını
vermedeki tereddütlerimiz, haksız sevdiklerimizi korumadaki adaletsizliğimiz,
düşene bir tekme de ben vurayımdaki tavrımız, karşıdakine sormadan onun
hakkındaki zanlarımız, kazaya bıraktığımız barışmalarımız ve daha
sıralayabileceğimiz yığınla günahlarımız için her bir dakika bizler için zaman
israfıdır.
En çekinmemiz gereken gün için hiç bir şey yapmazken,
dünyalık zevk için; kalp kırıyor, gönül incitiyor, yalan-yanlış demeden
karşıdakini rahatça karalayabiliyor, rencide edebiliyoruz.
Ve Allah şöyle diyecektir: “İşte şimdi, bize yapayalnız
geldiniz, tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi ve hayatta iken size bahşettiğimiz her
şeyi arkanızda bıraktınız. Allah’a ortak olduğunu iddia ettiğiniz,
şefaatçilerinizi yanınızda görmüyoruz. Gerçek şu ki, dünyadaki hayatınız ile
aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiştir. Dostluğunu ve ilahlığını iddia edip
durduğunuz her şey de, sizden ayrılıp kaybolmuştur.” (Enam 94)
Hayatımız daha ne kadar sürecek bilmiyoruz. Belki yarın,
belki yarından da yakın... Ama hazırlık, ah ki ne hazırlık...
İbret almamız adına sözü büyüklerimize bırakacağım.
Cüneyd-i Bağdadi zamanın önemini anlamasına sebep olan bir
olayı anlatır. Günün birinde Pazara çıktım, hava bayağı sıcaktı. Pazar ise
cıvıl cıvıldı. Bir yandan mallarını satmak için bağıran tüccarlar, diğer yandan
en iyi malı daha ucuza almak için koşturan halk. Tüccarlar bağırarak iyi reklam
yapıp alıcı topluyorlardı. Ama aralarında biri vardı ki, malını erkenden satmak
için daha gayret gösteriyordu. “Sermayesi tükenen adama yardım edin, sermayesi
tükenen adama yardım edin” diye bağırıyordu. Uzaktan o çaresiz sesi duyunca
merak edip yanına vardım. Gördüm ki bir tezgahın üzerinde kütleler halinde buz satıyor.
İşte o zaman anladım o tüccarın çırpınış sebebini. Adamın sermayesi zaman
geçtikçe eriyordu, zaman onun aleyhine işliyordu. Ticaretinde kar elde etmek
isteyen buz tüccarları her geçen zamanın kıymetini çok iyi bilirlerdi.
Bizim de zaman sermayemiz, karşı konulmaz bir güç tarafından
an be an eriyip gidiyor. Daha; tövbe, özür, helalleşme, gönül alma, taat, ibadet
için vaktimiz varsa ertelemeyelim.
Çünkü unutmayalım; Yarıncılar, erteleyenler helak oldu...
(Hadis-i Şerif)