Müslümanlar dinlerinden uzaklaşıp öz medeniyetlerini,
İslam’ın medeniyetini unutunca o kadar çok şeyden mahrum kaldılar ki… İslam
medeniyeti nezaketin, edebin, hoşgörünün kaynağıydı adeta. İncelik ve
duyarlılık zirvedeydi. İslam medeniyetinde hayatın merkezinde Allah’a kulluk ve
onun kullarına hizmet vardı. Bencilliğe, benmerkezciliğe, faydacı yaklaşıma yer
yoktu.
Müslümanlar ne zaman ki Batı uygarlığının tutsağı oldular
kabalaştılar, nezaket, incelik, edep ve duyarlılıklarını yitirdiler. Edep ve
hayâdan uzaklaştılar. Allah’ın yerini kendi nefisleri aldı. Halka hizmet “Ben”e
hizmete dönüştü.
Oysaki İslam medeniyeti ne kadar da güzel, insani, ahlaklı
bir toplum inşa etmişti. Asırlar süren gerileme, bozulma ve çürüme sürecine
rağmen İslam’dan arta kalan birkaç değer ve öğreti bile toplumun yaşanabilir
olmasını, hayatı yaşanır kılabilmeyi sağlıyordu.
Ama ne yazık ki laik, la dini, din karşıtı, din düşmanı
rejimler İslam dünyasında hâkimiyeti tamamıyla ele geçirip Müslüman toplumları
topyekûn dinden koparınca ahlak, edep, nezaket ve insanlık adına ne varsa
yitirdik.
İnsanca yaşamaya, güzel ahlaka, edebe, hayatı anlamlı
kılmaya, hoşgörü ve nezakete, yardımlaşmaya, özgürlük ve adalete, değerli
olmaya hasret kalmış günümüzün insanı eğer İslam medeniyetini azıcık da olsa
tanıyabilseydi onu geri getirebilmek için her türlü fedakârlığa seve seve
katlanırdı.
İslam medeniyetinin
Batı uygarlığından çok daha fazla bilime, fenne, sanata önem verdiğini, bunu
asırlar süren hâkimiyet döneminde ispatladığını, gerçek din ile bilimin düşman
değil kardeş olduğunu, Müslümanların İslam’dan uzaklaştıktan sonra gerileyip
bilimsel gelişimler konusunda arkada kaldığını, bilimin din ile barışmadan
mutluluk ve huzur kaynağı olamayacağını öğrenebilselerdi tüm güçleriyle gerçek
dinin hizmetine koşarlardı.
İslam medeniyetinin etkisini az da olsa sürdürdüğü
toplumlarda depresyon, bulanım, intihar, çıldırma gibi kavramlara yabancıydı
insanlar. İnsanlar, hayvanlar, hatta bitkiler bile değerliydi. Öyle bir anlayış
ve nezaket vardı ki…
Mesela bir evin camının önünde veya penceresinde sarı çiçek
varsa, bu, benim evimde hasta var, lütfen yüksek sesle konuşmayalım demekti.
Eğer camın kenarındaki çiçek kırmızıysa, bu da bu evde genç kızlar var, argo
konuşmayın, sözlerinize dikkat edin anlamına geliyordu. Ve herkes de bu
uyarılara uyuyordu.
İnsanlar sahip oldukları güzel evlerinden, mal ve
mülklerinden ötürü kibirlenmez, insanlara büyüklük taslamazlardı. Kendilerini
bu dünyada bir misafir, sahip oldukları şeyleri de birer emanet görürlerdi.
Evlerinin duvarlarına, “ Ya Malik’ül Mülk”, yani ey Allah’ım, bütün mülk
senindir diye yazarlardı. Kapı tokmaklarına, “Ya Fettah” yazılıydı. Yani bütün
kapıları açan, sıkıntıları, belaları gideren Allah’tır deniliyordu.
İnsanlar gece vakti birbirlerine ışıkları yak demezlerdi,
ışıkları uyandır derlerdi. Yakmak sözcüğü olumsuzluk çağrıştırdığı için böyle
davranırlardı. Yine geçeleri ışığı söndür demezlerdi, ışığı dinlendir derlerdi.
Olumsuzluk çağrıştıran sözcükleri kullanmamaya azami dikkat gösterirlerdi.
Misafirler Allah’ın birer lütfu ve sevap kazanmak için birer
vesile kabul edilirdi. O yüzden misafirin gittiği evde bir heyecan ve neşe
rüzgârı eserdi. Misafirlerin ayakkabılarının burunları dışarıya dönük değil de
içeriye dönük bırakılırdı. Bunun anlamı misafirliğinizden hoşnut kaldık, yine
şereflendirmenizi bekleriz demekti.
Misafire kahvenin yanında su ikram edilirdi. Misafir aç ise
suyu, tok ise kahveyi ilk önce alırdı. Bu öyle bir nezaketti ki, misafir
utanmadan, çekinmeden rahat bir şekilde aç mı, tok mu olduğunu söyleme imkânına
sahip oluyordu.