Aklın Işığından Bireyin Kaosuna: 18. ve 19. Yüzyıl Felsefesinin Dönüşümü

18. yüzyıl, genel olarak Aydınlanma olarak bilinen, aklın mutlak egemenliğine, bilimin ilerlemesine ve evrensel yasalara duyulan sarsılmaz bir inançla karakterize edilir. Bu dönemin filozofları, insanlığın cehalet, batıl inanç ve tiranlıktan kurtuluşunun reçetesini rasyonel düşüncede bulmuş, dünyayı anlama ve daha iyi bir toplum inşa etme projesine girişmişlerdir. Bu iyimser ve bütüncül bakış açısı, takip eden yüzyılda yerini çok daha karmaşık, çatışmalı ve parçalı bir felsefi manzaraya bırakacaktı.

19.yüzyıl, Aydınlanma'nın vaatlerine ve varsayımlarına karşı derin bir sorgulamanın ve başkaldırının filizlendiği bir dönemdir. Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi'nin yarattığı toplumsal çalkantılar, aklın tek başına toplumsal sorunları çözmeye yetmediğini göstermişti. Bu yeni çağda felsefe, bir yandan Hegel gibi düşünürlerin elinde her şeyi açıklamaya çalışan devasa sistemler kurarken, diğer yandan Marx gibi isimlerle tarihin motorunu maddi koşullarda ve sınıf savaşında aradı. Romantizmin duygusal isyanı ve Kierkegaard ile Nietzsche'nin bireysel varoluşa yaptığı radikal vurgu, 18. yüzyılın düzenli ve aydınlık dünyasından ne kadar uzaklaşıldığının en belirgin kanıtlarıydı. Bu iki asır, felsefenin odağının evrensel akıldan, tarihin diyalektiğine ve nihayetinde bireyin trajik ve özgür varoluşuna nasıl kaydığını gözler önüne seren muazzam bir panorama sunar.

Aklın Egemenliği: 18. Yüzyıl ve Aydınlanma Ruhu

18.yüzyıl felsefesinin kalbinde "Aydınlanma" projesi yer alır. Immanuel Kant'ın "Aklını kullanma cesaretini göster!" (Sapere Aude!) sözüyle özetlediği bu hareket, otoriteye, geleneğe ve dogmalara karşı aklı ve bireysel düşünceyi yüceltmiştir. Bu dönemin temel felsefi problemi, bilginin kaynağı ve sınırları etrafında şekillenmiştir. Kıta Avrupası'nda René Descartes'ın rasyonalist geleneği, bilginin temelini doğuştan gelen akıl ilkelerinde ararken, Britanya'da John Locke ile başlayan empirist (deneyci) gelenek, insan zihnini boş bir levhaya (tabula rasa) benzeterek tüm bilginin deneyimden ve duyulardan geldiğini savunmuştur. Bu iki akımın sentezini yapmaya çalışan Kant ise bilginin hem deneyden gelen malzeme hem de aklın kategorileriyle oluştuğunu ileri sürerek modern felsefenin seyrini değiştirmiştir.

Aydınlanma düşüncesi sadece epistemolojiyle sınırlı kalmamış, siyaset ve ahlak alanında da devrimci fikirler üretmiştir. Locke'un doğal haklar teorisi, Montesquieu'nün güçler ayrılığı ilkesi ve Jean-Jacques Rousseau'nun "Toplum Sözleşmesi" ile ortaya koyduğu halk egemenliği fikri, modern demokrasilerin ve anayasal devletlerin entelektüel temellerini atmıştır. Bu düşünürler, aklın ilkeleriyle yönetilen, birey özgürlüklerini garanti altına alan ve keyfi yönetime son veren adil bir toplum düzeninin mümkün olduğuna inanıyorlardı. Evrensel insan hakları, ilerleme fikri ve kozmopolit bir dünya vizyonu, 18. yüzyıl felsefesinin insanlığa bıraktığı en değerli miraslar arasındadır.

Sistemin Yükselişi ve Eleştirisi: İdealizm ve Materyalizm

19.yüzyıl, felsefede büyük ve kapsayıcı sistemlerin kurulduğu bir çağ olarak başlar. Bu eğilimin zirvesini Alman İdealizmi ve özellikle Georg Wilhelm Friedrich Hegel temsil eder. Hegel, "Akli olan gerçektir ve gerçek olan aklidir" diyerek, tarihin ve evrenin "Geist" (Tin/Akıl) olarak adlandırdığı mutlak bir aklın diyalektik bir süreçle kendini açması ve gerçekleştirmesi olduğunu öne sürmüştür. Ona göre tarih; tez, antitez ve sentez aşamalarıyla ilerleyen mantıksal ve zorunlu bir gelişim sürecidir. Hegel'in felsefesi, her şeyi tek bir ilkeyle açıklamaya çalışan, tarihe bir amaç ve yön atfeden muazzam bir entelektüel yapıttır ve kendi dönemini derinden etkilemiştir.

TUS 2. dönem ek yerleştirme sonuçları açıklandı
TUS 2. dönem ek yerleştirme sonuçları açıklandı
İçeriği Görüntüle

Hegel'in idealist sistemine en köklü eleştiri, onun genç takipçilerinden Karl Marx'tan geldi. Marx, Hegel'in diyalektik yöntemini "baş aşağı çevirerek" tarihin motorunun fikirler ya da "Tin" değil, maddi koşullar ve üretim ilişkileri olduğunu savundu. Tarihsel materyalizm olarak bilinen bu yaklaşıma göre, insanlık tarihi, üretim araçlarına sahip olan egemen sınıflarla mülksüz sınıflar arasındaki mücadelenin tarihidir. Marx için felsefenin görevi dünyayı yalnızca yorumlamak değil, aynı zamanda onu değiştirmektir. Böylece felsefe, Hegel'in soyut sisteminden, toplumsal ve ekonomik yapıyı analiz eden ve siyasi bir devrimi hedefleyen bir praksise (eyleme) dönüştü.

Akla Karşı Duygu ve Sezgi: Romantizmin Başkaldırısı

19.yüzyılın bir diğer önemli yüzü, Aydınlanma'nın kuru akılcılığına ve evrenselciliğine bir tepki olarak doğan Romantizm akımıdır. Romantizm, aklın karşısına duyguyu, sezgiyi, hayal gücünü ve bireysel dehanın yaratıcılığını koydu. Rousseau gibi öncülerden ilham alan Romantikler, sanayileşmenin ve şehirleşmenin bozduğu doğaya büyük bir özlem duyuyor, otantik ve tutkulu bir yaşamı idealize ediyorlardı. Onlar için evrensel yasalar yerine, her ulusun kendine özgü "halk ruhu" (Volksgeist), gelenekleri ve kültürü daha önemliydi. Felsefede bu akım, dünyanın sadece mantıksal bir düzenek olmadığını, aynı zamanda gizemli, coşkun ve estetik bir tecrübe alanı olduğunu vurguladı.

Bu başkaldırı, Aydınlanma'nın insanı soyut bir "akıl sahibi varlık" olarak görmesine karşı çıktı. Romantikler için insan, duyguları, acıları, tutkuları ve iç çatışmalarıyla bir bütündü. Bu bakış açısı, felsefenin odağını mantık ve bilimden, sanat, edebiyat ve bireyin iç dünyasının derinliklerine kaydırdı. Romantizm, 18. yüzyılın düzenli ve aydınlık bahçesine karşı, 19. yüzyılın yabani, gizemli ve görkemli ormanını temsil ediyordu ve kendisinden sonraki düşünceyi, özellikle varoluşçuluğu derinden etkileyecekti.

Bireyin Keşfi: Varoluşun Habercileri

19.yüzyıl felsefesinin en radikal ve geleceği şekillendiren damarı, hem Hegel'in soyut sistemine hem de toplumun bireyi yutan kolektif yapılarına karşı çıkan düşünürlerden geldi. Bu isyanın en önemli iki figürü Søren Kierkegaard ve Friedrich Nietzsche'dir. Danimarkalı filozof Kierkegaard, "varoluşçuluğun babası" olarak kabul edilir. O, Hegel'in nesnel ve evrensel hakikat arayışına karşı, "öznelliğin hakikat olduğunu" savundu. Kierkegaard için önemli olan, soyut sistemler içinde kaybolmak değil, bireyin kendi hayatını somut seçimler yaparak, kaygı ve imanla nasıl yaşayacağıydı. Felsefeyi, bireyin varoluşsal sancılarına bir cevap arayışına dönüştürdü.

Nietzsche ise daha da ileri giderek Batı felsefesinin ve ahlakının tüm temellerini dinamitlemeye girişti. "Tanrı öldü" diyerek Hristiyanlık ve Platonculuk üzerine kurulu ahlak anlayışının çöktüğünü ilan etti. Geleneksel "iyi" ve "kötü" kavramlarının bir "köle ahlakı" olduğunu, insanın kendi değerlerini yaratan bir "Üstinsan" (Übermensch) olması gerektiğini savundu. Nietzsche, hakikatin nesnel bir şey olduğu fikrine şüpheyle yaklaştı ve onu bir güç istencinin yorumu olarak gördü. Kierkegaard ve Nietzsche, felsefenin merkezine kitlesel hareketleri veya evrensel aklı değil, tekil, acı çeken, karar veren ve kendi anlamını yaratmak zorunda olan bireyi yerleştirerek 20. yüzyıl düşüncesinin kapılarını ardına kadar açtılar.

Muhabir: Batman Rehber