0

 

Elindeki kâğıtta yazan cümleyi okudu.

"Şu üç şey kimde bulunursa, o, İslam davasının tadını almıştır. Malını infak edebiliyorsa, aklı hep hizmetle meşgul ise, davası için ter ve gözyaşı dökebiliyorsa…

   Durdu ve sordu kendisine. Acaba o tadı almış mıydı? Ya da hiç almaya çalışmış mıydı? Düşündü bir süre. "Hayır" sözcüğü döküldü dudaklarından. Şimdiye kadar İslam davasının bir tadının olabileceğini düşünmüş müydü ki o tada sahip olsun? Olabilsin. Sahip olmak için çalışsın. "İslam davasının tadını almak " dedi içinden. Söylemesi bile güzel geliyordu insana. Söylemesi bile güzel geliyorken ya o tada sahip olmak nasıl bir duyguydu, o hazzı tatmak nasıl bir anlam ki, nasıl bir mana katıyordu insana? Bu nasıl bir cümleydi ki bedeni bir titreyiş sarıyordu anında? Peki, neden bu cümleyi görür görmez İslam davasının tadına susamıştı çölde su arayanlar misali? Durdu. Bir dava sahibiydi çünkü. Bir davaya mensuptu. Hem de öyle bir dava öyle bir sevdaydı ki bu, Allah seçmişti bu davayı son din olarak kullarına. Bu dava öyle güzeldi ki insan genişlik anı da olsa musibet anı da olsa daha sıkı kavrıyordu Allah'ın ipini, daha çok sahipleniyordu kutlu davayı aşkla. Bu dava hitap ederken insanın her yönüne, cevap verirken her ihtiyacına. Davasının ismi dahi etkiliyorken onu, nur davsının tadı nasıl bir haz bırakırdı kalp ve ruh damağında?

     Malını infak edebiliyorsa… İnfak… Allah yolunda harcamak… Nefsine sordu. Yapabiliyor muydu bunu? Allah'ın yolunda harcıyor muydu Allah'ın kendisine verdiğini? Malı ona Allah vermemiş miydi O(cc)'nun yolunda harcasın. Mal, can, evlat O(cc)'dan gelmemiş miydi O(cc)nun yoluna adasın. Rabbin(cc) kelamıyla kendisi dahi O(cc)'dan gelmiş ve O(cc)'na dönecekken (Bakara 156) asıl sahibe malı, canı, evladı adamamak baş koyduğu davanın kitabında yazmazdı. Dini, kitabı, davası Allah yolunda infak etmeyi emrediyorken ona. Şu üç günlük dünyada mal taşıyıp evine mülk yığması hiçbir şey ifade etmezken ahiret hayatı adına. Hem doğru ya… Mal engeldi davasının tadına varmasına. Dünyevi işler, maişetler yavaşlatıyordu davasına koşuş hızını. Zaman; mal-mülk toplama zamanı değil; ilim, edep, ahlak, takva ve cihad meydanlarında cesaret kazanma zamanıyken "benim malım" diyerek İslami davanın tadına nasıl ulaşacaktı? Allah yolunda infak etme seçeneği varken önünde. O, İslam davasının tadına varmak uğrunda, Allah rızasını kazanmak yolunda neden infak etmeyecekti malını? İnfak etmeliydi malını ki kazansın İslami davanın tadını.

     Sonra… Aklı hizmetle meşgul olmalıydı. Öyle ya ne için vardı bu dava? Ya da hizmet neydi? Ne manaya geliyordu? Düşündü yine Emr-i bi'l maruf nehy-i ani'l münker kelime kelime diziliverdi, tebliğ çalışmaları geldi gözlerinin önüne. Hizmetin bir diğer adı değil miydi sanki iyiliği emredip, kötülükten nehy etmek. İnsanları, İslam bahçesindeki iman şelalesine çağırıp, onların o muhteşem şelaleden kana kana içmelerini sağlamak İslam'a hizmet değil miydi? Müslümanları zamanın fitnesinden, zalimlerin zulmünden kurtarmak, vaaz tutmak İslam ümmeti için yapılabilecek en büyük hizmetti. Vaat edilen fetih günü için çalışmak Muhammed(sav) ümmeti için en büyük hediyeydi. Peki, aklı hizmetle meşgul müydü? İslami davaya hizmet etmek için ne kadar uğraşmış ne kadar yorulmuştu? Kaç gece uykusuz kalmış, kaç gece sabahlamıştı? Şimdiye kadar… Hizmetin daha iyi bir seviyeye gelmesi için şimdiye kadar ne yapmıştı? O tada ulaşmak adına…

     Sonuncusu… Davası için gözyaşı ve ter dökebiliyorsa… Gözyaşı ve ter… Kutlu davası için akıtmış mıydı bu iki damlayı? Dökmüş müydü gözyaşlarını tadına varmak istediği davası için? Babasını demir parmaklıklar ardından tanıyan çocuklar; eşlerini, hayat arkadaşlarını zindanda bilen vefakâr ve cefakâr eşler misali. Ya da hiç alnında biriken ter damlacıkları düşmüş müydü toprağa? Bilal(ra) misali kayalar, işkenceler altındaki Muratlar, Abdüsselamlar gibi. Daha bir düşündü. Uğrunda gencecik evlatların kanlarının döküldüğü bir davada eksik olur muydu hiç gözyaşı? Kan damlalarının kara toprağa damlamsıyla yeniden dirilen kırmızı güller, gözyaşı ve Allah için akan ter damlalarıyla sulanırken. Bir dava gözyaşı ve ter dökmeksizin kalkar mıydı şaha? Kanını toprağa döken Hüseyinler olmadan bir dava kalkar mıydı kıyama? Yükselir miydi İslami dava; çile, hüzün ve ümit gözyaşlarıyla tatlandırılmayıp, vaat edilen gün için edilen dualar, akan ter damlalarıyla yoğrulmadıkça?

 

     Hiç ağlamış mıydı davası uğruna? Boncuk boncuk birikmiş miydi alnındaki terleri? Uğrunda nice canların, yarenlerin; kıymetli bir o kadar da mübarek kanlarının döküldüğü nur davaya, kendisi bir damla tanesiyle olsa bile katkıda bulunmuş muydu duayla, sabırla? O hâlde davası için gözyaşı ve ter dökmeden nasıl ulaşacaktı o doyumsuz tada? Nasıl o hazzı hissedecekti kalp ve ruh damağında? Durdu. Utandı birden. Daha gözünden akacak birkaç damla yaşı bile esirgeyip, vermiyorken davaya, toprağı kanıyla sulamayı nasıl isteyebiliyordu Mucib(cc) olandan dualarında? Alnında, birikecek terleri daha damlatmadan, nasıl kızıla boyanmış elleriyle kanını sunacaktı mahşer gününde Rahman'a? Anlamıştı artık… Mal harcamadığı, akıl hizmetle meşgul olmadığı sürece duyamazdı. İslami davanın kokusunu. Gözler dolmayıp, yaşarmadığı, alın ıslanıp, burun sızlamadığı, geniz yanıp, boğaz düğümlenmediği müddetçe alamazdı. İslami davanın tadını kalp ve ruh damağında. Anlamıştı artık… Yavaşça gözleri dolmaya başlayıp, genzi yanmaya, yaşlar yanaklarından tane tane süzülmeye başlayıp; "Kalp ve ruh damağımı tatlandıracak bir tat Ya Rab derken…                        

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *