Kur’an-ı Kerim’in, birbirini tamamlayan iki sûresi,
insanlığın beklentileri konusunda yeteri kadar değerlendirilmemiştir: Fil ve
Kureyş sûreleri.
Fil Sûresi’nde insanlığın dış güvenlik talebi
vurgusu vardır. Kureyş Sûresi’nde ise o güvenliğin ardından açlıktan ve
korkudan emin olma talebi. Bu, maddi ve manevi/fiziksel ve ruhsal talepler
bütünüdür.
İnsan, dış saldırılardan emin olsa, içeride de açlık
ve korku ile yüz yüze kalmadan dış dünya ile ticaret gibi iletişimlerini
güvenlik içinde icra edebilse dünyadan yana kaygılardan uzak kalır, dünyevi
olarak mutlu olur.
İslam dünyası, Kur’an ve Sünnet’in kılavuzluğunda
kısa sürede zenginleşti. Zenginleşince sürekli dış saldırılara maruz kaldı.
Nihayetinde bu dış saldırılar Müslümanı kendi yurdunda tehdit eder boyuta
ulaştı ve istilalar getirdi.
Bununla ilişkili olarak İslam dünyasında kurulan
devletler, bekayı genellikle dış güvenlik ile ifade ettiler. Toplumlara sürekli
dış güvenlik güvencesi verdiler. Buna karşı toplumdan iç beklentiler konusunda
fedakârlık istediler. Hatta toplumun dış güvenlik söz konusu iken açlık ve
korkuyu gündeme getirmesini ihanet saydılar. O yöndeki güven arayışlarını kimi
zaman despotça cezalandırdılar.
Bu eğilim, çoğu zaman bir suiistimal boyutuna
ulaştı. Dış güvenlik tehdidini durmadan vurgulayan yönetimler, bunun üzerinden
toplumun iktisat ve adalet ile ilgili taleplerini ertelemeyi bir tür
yurtseverlik gibi ifade edip herkesten o güvenliğe karşı “reaya” olmasını
istediler. İslâmî yönetimin esaslarından olan insanın kendini ifade hürriyetini
zorbalıkla engellediler. Bu da adalet vurgusunun hep yargısal adalet ile
sınırlı görülmesine yol açtı.
İslam dünyasında siyasetin en büyük mağduru olan
İslâmî siyaset de genel olarak kendisini yargısal adalet talebiyle ifade etti.
Oysa toplumun “reaya” konumuna düştüğü bir dünyada
yargısal adalete konu olan kesim, oldukça marjinaldir. Yargısal adalete konu
olan o kesimlerin mühim bir kısmı da adaletsizlik ve eşitsizliği fark
edebilecek durumda değildir.
Bundan dolayı İslâmî kesimin yargısal adalet
talepleri çoğu zaman toplum nezdinde karşılık bulmuyor. Toplum, bu yöndeki
talepleri hem ütopik buluyor hem siyasetçilerin kendi talepleri olarak görüyor.
Siyasetin talepleri ile toplumun talepleri
ayrıştığında toplum, siyasetin söylemine kulak kesilmez.
Bugünün dünyasına bakıldığında İslam’ın hâkim
kıldığı sosyal adalet, beşerî ortamda toplumların siyasetten esas
beklentisidir.
Sosyal adalet, yargısal adaleti de kapsayan ama
hayatın bütün alanlarına yayılarak onu aşan bir üst taleptir.
Yargı kurumları karşısında eşit muamele görme…
Devletin gelirlerinin dağıtılmasında ayrımcılığa uğramama… İktisadi faaliyette
bulunurken haksız bir engelle karşılaşmama… Devletin memuriyet ve siyasi
makamlarının kayırma söz konusu olmadan kişilere açık olması… Din, etnik ve
mezhepsel ayrılığın adaletsizliğin gerekçesi yapılmaması… Sosyal adalet
kapsamındadır.
Bu taleplerin beşerî nizam içinde de olsa karşılandığı
ülkelerde toplum kendisini huzurlu hissediyor ve siyasetten bunu bozmamasını
talep ediyor. Bu taleplerin karşılanmadığı yerlerde ise toplum, onların acilen
karşılanmasını istiyor. Zira onları kendisi için “beka” sorunu olarak görüyor.
Dolayısıyla bugünden bakıldığında sosyal adalet
talebi, siyasetin en köklü talebidir ve geleceğin siyaseti de onun etrafında
dönecektir.
Kabul edelim ki: Siyasetin bu bağlamda dönmesi, Ahir
Zaman dini olan İslam’ın bir mucizesidir.
0 yorum