Martin Luther’in İncil’i Almanca’ya çevirmesi ve halkın
kilise tarafından Din ile aldatıldığını fark edişi on yıllarca sürecek
savaşların da fitilini ateşlemişti.
Neticede on binlerce insan hayatını kaybetmiş; ancak ne
Hristiyanlık; Hz, İsa (As.)’nın getirdiği haliyle kalmış ne kilise mevcut
gücünü muhafaza edebilmiş ne de Luther’in öğretileri günümüze kadar
orijinalliğini koruyabilmişti.
O halde bunların derdi neydi!
Aslında Katolik bir rahip olan Johann Tetzel’in, “Kutuya
atılan para çınlayınca ruh araftan dışarı fırlar” sözü her şeyi özetliyor
gibiydi…
Nitekim anne, baba, kardeşini veya karısını öldüren 17
pound…
Piskopos veya keşiş öldüren 131 pound…
Dinsel sapkınlar 269 pound…
Herhangi bir suçtan dolayı idam edilmiş bir babanın evladı,
itibarını geri kazanmak için de 218 pound ödemesi gerekiyordu.
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere suçu ne kadar büyük
olursa olsun kiliseye para ödendiği takdirde insanlar affediliyor ve cennete
gönderiliyordu.
Bu da bize aslında bunun din savaşları değil çıkar savaşları
olduğunu açıkça gösteriyordu.
Luther, kiliseye başkaldırışını kendince haklı gerekçelere
dayandırıyor ve kilisenin kendi sözlerine kutsallık atfedip halkı kandırdığını
düşünüyordu.
Oysa henüz o hayattayken ve Protestanlığın büyük bir hızla
diğer Avrupa ülkelerine yayılması üzerine o dönem yaşamış olan Protestan bir
rahibin “Sanki mesajları melekler taşıyordu” diyerek bir anlamda Luther ve
öğretilerine bir kutsallık atfediyordu.
Belki endüljans uygulamasını kullanmayacaklardı, belki
insanların yaptıkları günahları para karşılığında affetmeyeceklerdi.
Kim bilir belki de endüljans uygulamasını farklı bir formda
hayata geçirecek ve kilisenin kapısına bağış kutuları konulacak ve yapılan
bağışlar ve miktarının büyüklüğü ölçüsünde Allah’ı memnun edip cennete gideceklerine
dair bir inanç aşılanacaktı.
O dönem batıda yaşanan bütün gelişmelerin aslında
birilerinin arzuladığı bir durum olduğunu ifade etmiştik.
Yaşanan bu din savaşları neticesinde dine ve temsil kurumu
olan kiliseye saygı azalmış ve bu durum insanların hafızalarında sürekli olarak
canlı tutulmuştu.
Bunun neticesinde oluşan boşluğu insanların başka
arayışlarla doldurmak istemesi de kaçınılmaz oluyordu.
Peki, kimdi bunlar ve neden böyle bir ortam arzuluyorlardı?
Gelin yüzlerce yıl süren bir sürecin sonunda gelinen veya
arzulanan noktayı yine onların ağzından dinleyelim…
Belki de Swingewood’un, Gissing’den alıntıladığı ve
1900’lerin başında söylediği şu söz bize bir ipucu verebilir…
“… Devşirilen büyük yeni kuşağa, yalnızca okuyabilen fakat
dikkatlerini uzun süre toplayamayan genç bay ve bayanlara hitap edecek. Bu gibi
kişiler trenlerde, otobüs ve tramvaylarda kendilerini meşgul edecek bir şeyler
ister. İstedikleri, dedikodu türü malûmatın en hafif ve boş olanıdır-biraz
hikâye, biraz tasvir, biraz skandal, biraz nükte, biraz istatistik. Her şey çok
kısa olmalıdır, azami beş santimetre; dikkatlerini beş santimetreden fazla
toplayamazlar. Dedikodu bile onlar için çok uzundur, boş gevezelik isterler.”
O, bu sözleriyle sanki her şeyi özetliyor, edilgen ve bencil bir toplum
arzulayan kapitalizmi işaret ediyor gibiydi…
Nietzsche ise “Eğer insan köle istiyorsa, bu insanları
efendi olacak şekilde yetiştirmek aptallık olur” diyerek asıl niyetlerini dile
getirmekten çekinmiyordu…
Mills ise “Halkın pasif, ilgisiz ve atomize bir şekilde
çoğaldığı, geleneksel sadakat, bağ ve ortaklıkların ya gevşediği ya da tamamen
çözüldüğü, açık ve seçik çıkar ve görüşleri temsil eden tutarlı grupların yok
olduğu ve içindeki insanların tıpkı tükettikleri ürün, eğlence ve değerler gibi
kitlesel şekilde üretilen birer tüketici haline geldikleri, görece rahat,
yarı-refah, bir toplum” olarak nitelendiriyordu.
Aile gibi geleneksel otorite merkezleri daha az önemli hale
gelirken, “Bireyler, birbirlerine yalnızca ortak bireyler ilişkileri
aracılığıyla bağlanıyor ve amaç hâsıl oluyor” diyordu, Kornhauser…
0 yorum