0

Birbirleriyle bağlantısız, fakat genellikle benzer ilgi odaklarına yönelmiş olan çok sayıda insanın bir araya gelerek kişisel ilişkilerde bulunduğu topluluk olarak tanımlanmıştır kitle…

Gasset ise “özel nitelik kazanmamış kişilerin toplamıdır” diyor ve kitle adamını da “Kendini aşma yetisinden yoksun, kendisine dayatılmış olan kabataslak kavramların ötesine gidemeyen, gitme dileğinde olmayan, irdeleme gereksinimi duymayan, tek boyutlu adam” olarak tanımlıyordu.

Öyle sanıyorum ki kitleleri insanlık tarihiyle başlatırsak mübalağa etmiş olmayız; lakin biz üzerine bilim dalları inşa edilen ve Avrupa’yı asırlarca dev bir açık hava laboratuvarına, insanları da bir denek olarak burada inceleyen, acımasızca birbirlerini katledişlerini izleyen, sosyoloji ve psikoloji bilimlerinin temellerinin atıldığı karanlık bir dönemle başlatmayı uygun görüyoruz.

Nitekim Le Bonn’un Kitleler Psikolojisi adlı kitabını Fransız devrimi öncesi ve sonrası yaşanan gelişmelere bakarak yazmış olması bu görüşümüzü haklı çıkarıyor.

Her şeyi dini tekeline alan kilisenin kendi kapitalist sistemini kurması ve halka kan kusturmasıyla başlıyordu.

Asırlarca kilise kendi fikirlerini din diye halka dayatmış; ancak matbaanın bulunmasıyla gerek kutsal kitapların, gerekse eski düşünürlerin yazdıkları eserlerin çoğaltılması ve okuma yazma oranının yükselmesiyle birilerinin arzuladığı ortam oluşuyor gibiydi.

Geriye fitili ateşleyecek küçük bir kıvılcım kalıyordu.

Nihayet o kıvılcım endüljans belgelerinin dini hiçbir dayanağı olmayan belgeler olduğunu haykıran bir keşişin engizisyon mahkemelerinde yargılanmasıyla başlıyordu.

Bu olayı Sormunen şöyle aktarıyor:

“Martin Luther, duruşma sırasında yargıçlara seslendi:

"Milleti cehennemle korkutup, cenneti para karşılığı satıyorsunuz. Sıkıysa cehennemi satsanız ya?"

Yargıçlardan biri "Cehennemi kim alır ki?"

Martin Luther," ben alıyorum, neyse parası vereyim"

Bedava verdiler!

Martin kapının önüne çıktı duruşma sonucunu merak eden binlerce kişiye

"Cehennemi satın aldım, benimdir.

Bundan sonra oraya kimseyi almayacağım,

Cehennem korkusu ve kilise baskısından korkmayın!"

Kurtulan halk, özgür beyinlere sahip oldu. Ve Almanya aydınlanması 500 yıl önce başladı” diyordu.

Belki de gücünden emin olan kilise, baskıcı zorba bir tutum sergileyerek ve Engizisyon mahkemelerinin insan psikolojisine yaptığı baskıyı da kullanarak uzlaşma yerine zor kullanmayı tercih etmişti.

Bu durumda beraberinde kalabalıkları kendini korumaya almak için gizlenmeye yönlendirmişti.

Nitekim Simmel: “Hristiyan topluluklar devlet tarafından zulme uğradığı sürece toplantılarını, ibadetlerini, bütün varlıklarını göz önünden kaldırmak zorunda kaldı. Genel olarak, gizli toplum her yerde despotluk ve polis kontrolünün sonucu olarak ortaya çıkar.” diyordu.

Şüphesiz kiliseye karşı olanların daha doğrusu kilisenin zorbalığını bahane ederek asıl amaçları dini ortadan kaldırmak olan insanların arkalarında bir güç olmadan bunu başarmaları mümkün değildi.

Bunun için ilk adım atılmış “dinde reform” adı altında inanç bölünmüş, zaman içerisinde bölünen inançların da yeniden bölünmesi sağlanmış ve birbirlerini öldürmeleri, böylelikle kendi kendilerini yıpratmaları beklenmiştir.

Öyle ki kitle adamının kendi hakkını talep etmek için çıktığı yolculuğunda zaman içerisinde bambaşka bir mecrada kendini bulması kaçınılmazdı.

Neticede hakkı gasp edilmiş yıllarca sömürülmüş olduğu inancıyla kiliseye başkaldırmış ve kilisenin zulmünden emin olmak için gizlenmek zorunda kalmış, bu durum beraberinde kendi yaşadığı toplumdan soyutlanmasıyla sonuçlanmıştı.

Belki de bu yönüyle, okyanusun tam ortasına konulmuş bir akvaryuma benzetebiliriz kitleyi…

Hal böyle ise burada durup şu soruları sormak gerekiyor sanırım…

Sizce bu akvaryumun varlığı özgürlüğü mü sembolize ediyor; yoksa canlıların koca bir okyanusta hapsedilişini mi?

Sizce bu akvaryumda yaşayan canlılar çok özel oldukları için mi oradalar; yoksa birilerinin kendini özel hissetmesi için mi?

Elbette akvaryumda yaşayan canlılar diğer canlılardan izole edilmiş, dolayısıyla özgürlükleri ellerinden alınmış diye düşüneceksiniz…

Bir anlamda kiliseye başkaldıran bu kitle insanı kendi gasp edilmiş bir hakkını aramak için çıktığı yolculuğunda mecburi olarak geri kalan bütün haklarını mensubu olduğu kitleye devretmek zorunda kalmış ve kitlenin duygusal radyasyonuna maruz kalmıştır.

Ama garip olan ne biliyor musunuz?

Bütün haklarıyla beraber iradesini de bu kitleye devreden insanların bir zaman sonra başkasının özgürlüğü için mücadele ettiğini düşünmesi…

Nitekim kitleler üzerine araştırmalar yapan sosyolog Wright Mills: “Kitle toplumunun içindeki bireyin temel özelliği olarak, bağımsızlığını yitirmiş olmasının yanında bağımsızlık isteği duymayacak duruma gelmiş kişi olarak tanımlıyordu.”

 Sosyoloji ve psikoloji bilimlerine denek olmuş kitle insanının kilisenin esaretinden başka bir esarete kaçışını bir köşe yazısı yazdığımızın farkında olarak birkaç noktaya temas ederek açıklamaya çalışacağız.

İnsan köle olarak mı doğmuştu?

Bu dünyaya kendine efendi seçmek için mi gelmişti?

Öyle ya bir esaretten başka bir esarete kaçış başka nasıl izah edilebilir?

Kiliseye başkaldırışında kendisine öncülük eden, bir peygamber veya ilahi bir varlık değil kendisi gibi insandı.

Dolayısıyla kilisenin onu kandırdığı gibi; bu insan da onu kandırabilirdi pekâlâ…

Tam da burada Allah’ın insana verdiği iki güzel nimet ile karşılaşıyoruz akıl ve irade…

Soru şu: Kiliseye karşı çıkan bu insanları kitleler, nasıl oluyor da bu iki güzel nimeti saf dışı bırakmayı başarıyor.

Aslında her şey doğal bir seyirde ilerliyor ve kilisenin baskısından emin olmak için gizlenen kitlenin kendini dış dünyadan soyutlamasına, kimseye güvenmeyen ve şüpheci bir ruh haline bürünmesine sebebiyet veriyordu.

Bir anlamda kilise avcı, kitle de av pozisyonuna düşüyor, dolayısıyla kilise bütün enerjisini kitleyi aforoz etmek ve onları cezalandırmak için harcarken; kitle de kiliseye yem olmamak için bütün dikkatini hayatta kalmak ve kendine taraftar toplamaya veriyordu.

Bu durum her ikisinin de hayatın akışından kopmalarına geri kalan her şeye ilgisiz olmalarına zemin hazırlıyordu.

Belki de bu durum dinden kurtulmak ve insanları bireyselleştirip kendine köle yapmak isteyen birilerinin aradığı fırsattı, artık kirli düşüncelerini saklamanın bir önemi yoktu.

Ne de olsa akıllara perde indirilmiş, tek bir hedefe kilitlenmesi sağlanmış, dolayısıyla kendi üzerindeki perdeyi kaldırmasının da zamanı gelmişti.

Kilise dindaşlarıyla mücadelesine devam ededursun, otoritesini zayıflattığını fark edemeye dursun; artık farklı fikir ve düşünceler üzerinden kitleler meydana gelmişti.

Nasıl oluyordu bütün bunlar? Hiçbir insan yalnız ve sahipsiz değildi, nasıl oluyor da bu insanları kendi saflarına katmayı başarabiliyorlardı?

Belki de bu sebeple Hoffer şöyle diyordu: “Çağımızın hemen hemen bütün kitle hareketleri, başlangıç aşamalarında, aileye karşı düşmanca tavır takınmışlar ve "aile birliğini" gözden düşürmek ve zayıflatmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Bunu yapmak için, aile reislerinin otoritesini küçümsemişler” diyordu.

Burada şöyle bir soru akla geliyordu.

Yıllardır beraber yediği, içtiği, hayatının her anında yanında olan en ufak bir sıkıntısını bile kendine dert edinen ve kişinin de bundan emin olduğu aile büyüklerine neden karşı çıkar.

Bunun yanında kişiliği hakkında en ufak bir bilgisi olmadığı, hiç tanımadığı ve muhtemelen hayatının sonuna kadar da tanımayacağı; sadece kendisine tanıtıldığı kadar tanıdığı, bir insan için neden çok iyi tanıdığı aile ve çevresini terk eder ki?

Akla ilkin bir amaç, bir gaye için olduğu geliyor; ancak Simmel böyle düşünmüyor ve konu hakkında önemli bir ipucu veriyor, şöyle diyordu: “Nitekim (İnsan) bir açıklamaya içsel gerekçelerle değil kendisine durumu açıklayan kişilere güvendiği için inanır: Bir şeye değil, birine inanılır.”

Simmel haklı mıydı? Gerçekten de insanlar bir şeyden çok o şeye dair bir kişinin yorumuna mı inanıyordu?

Belki de Simmel haklıydı, öyle ya aynı inanç sistemine mensup binlerce kitlenin varlığını başka nasıl açıklayabilirdik?

Aynı inanç sistemine mensup her kitlenin bir diğerinden ayrılması o inanca getirdiği kendi yorumu değil mi?

Peki, neden onları aile ve çevrelerinden koparmak istiyor olabilirler ki?

Cevabı da oldukça basit aslında. Yapılan istatistiklerde suça en çok meyilli insanlar aile bağları tamamen kopmuş veya zayıf bağları bulunan kişiler olarak göze çarpmaktadır.

Belki de bu sebeple İslam dini Sıla-i rahimin terkini büyük günah olarak görmüştür.

Devam edecek…

 

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *