Birbirleriyle bağlantısız, fakat genellikle benzer ilgi
odaklarına yönelmiş olan çok sayıda insanın bir araya gelerek kişisel
ilişkilerde bulunduğu topluluk olarak tanımlanmıştır kitle…
Gasset ise “özel nitelik kazanmamış kişilerin toplamıdır”
diyor ve kitle adamını da “Kendini aşma yetisinden yoksun, kendisine dayatılmış
olan kabataslak kavramların ötesine gidemeyen, gitme dileğinde olmayan,
irdeleme gereksinimi duymayan, tek boyutlu adam” olarak tanımlıyordu.
Öyle sanıyorum ki kitleleri insanlık tarihiyle başlatırsak
mübalağa etmiş olmayız; lakin biz üzerine bilim dalları inşa edilen ve
Avrupa’yı asırlarca dev bir açık hava laboratuvarına, insanları da bir denek
olarak burada inceleyen, acımasızca birbirlerini katledişlerini izleyen,
sosyoloji ve psikoloji bilimlerinin temellerinin atıldığı karanlık bir dönemle
başlatmayı uygun görüyoruz.
Nitekim Le Bonn’un Kitleler Psikolojisi adlı kitabını
Fransız devrimi öncesi ve sonrası yaşanan gelişmelere bakarak yazmış olması bu
görüşümüzü haklı çıkarıyor.
Her şeyi dini tekeline alan kilisenin kendi kapitalist
sistemini kurması ve halka kan kusturmasıyla başlıyordu.
Asırlarca kilise kendi fikirlerini din diye halka dayatmış;
ancak matbaanın bulunmasıyla gerek kutsal kitapların, gerekse eski düşünürlerin
yazdıkları eserlerin çoğaltılması ve okuma yazma oranının yükselmesiyle
birilerinin arzuladığı ortam oluşuyor gibiydi.
Geriye fitili ateşleyecek küçük bir kıvılcım kalıyordu.
Nihayet o kıvılcım endüljans belgelerinin dini hiçbir
dayanağı olmayan belgeler olduğunu haykıran bir keşişin engizisyon
mahkemelerinde yargılanmasıyla başlıyordu.
Bu olayı Sormunen şöyle aktarıyor:
“Martin Luther, duruşma sırasında yargıçlara seslendi:
"Milleti cehennemle korkutup, cenneti para karşılığı
satıyorsunuz. Sıkıysa cehennemi satsanız ya?"
Yargıçlardan biri "Cehennemi kim alır ki?"
Martin Luther," ben alıyorum, neyse parası
vereyim"
Bedava verdiler!
Martin kapının önüne çıktı duruşma sonucunu merak eden
binlerce kişiye
"Cehennemi satın aldım, benimdir.
Bundan sonra oraya kimseyi almayacağım,
Cehennem korkusu ve kilise baskısından korkmayın!"
Kurtulan halk, özgür beyinlere sahip oldu. Ve Almanya
aydınlanması 500 yıl önce başladı” diyordu.
Belki de gücünden emin olan kilise, baskıcı zorba bir tutum
sergileyerek ve Engizisyon mahkemelerinin insan psikolojisine yaptığı baskıyı
da kullanarak uzlaşma yerine zor kullanmayı tercih etmişti.
Bu durumda beraberinde kalabalıkları kendini korumaya almak
için gizlenmeye yönlendirmişti.
Nitekim Simmel: “Hristiyan topluluklar devlet tarafından
zulme uğradığı sürece toplantılarını, ibadetlerini, bütün varlıklarını göz
önünden kaldırmak zorunda kaldı. Genel olarak, gizli toplum her yerde despotluk
ve polis kontrolünün sonucu olarak ortaya çıkar.” diyordu.
Şüphesiz kiliseye karşı olanların daha doğrusu kilisenin
zorbalığını bahane ederek asıl amaçları dini ortadan kaldırmak olan insanların
arkalarında bir güç olmadan bunu başarmaları mümkün değildi.
Bunun için ilk adım atılmış “dinde reform” adı altında inanç
bölünmüş, zaman içerisinde bölünen inançların da yeniden bölünmesi sağlanmış ve
birbirlerini öldürmeleri, böylelikle kendi kendilerini yıpratmaları
beklenmiştir.
Öyle ki kitle adamının kendi hakkını talep etmek için
çıktığı yolculuğunda zaman içerisinde bambaşka bir mecrada kendini bulması
kaçınılmazdı.
Neticede hakkı gasp edilmiş yıllarca sömürülmüş olduğu
inancıyla kiliseye başkaldırmış ve kilisenin zulmünden emin olmak için
gizlenmek zorunda kalmış, bu durum beraberinde kendi yaşadığı toplumdan
soyutlanmasıyla sonuçlanmıştı.
Belki de bu yönüyle, okyanusun tam ortasına konulmuş bir
akvaryuma benzetebiliriz kitleyi…
Hal böyle ise burada durup şu soruları sormak gerekiyor
sanırım…
Sizce bu akvaryumun varlığı özgürlüğü mü sembolize ediyor;
yoksa canlıların koca bir okyanusta hapsedilişini mi?
Sizce bu akvaryumda yaşayan canlılar çok özel oldukları için
mi oradalar; yoksa birilerinin kendini özel hissetmesi için mi?
Elbette akvaryumda yaşayan canlılar diğer canlılardan izole
edilmiş, dolayısıyla özgürlükleri ellerinden alınmış diye düşüneceksiniz…
Bir anlamda kiliseye başkaldıran bu kitle insanı kendi gasp
edilmiş bir hakkını aramak için çıktığı yolculuğunda mecburi olarak geri kalan
bütün haklarını mensubu olduğu kitleye devretmek zorunda kalmış ve kitlenin
duygusal radyasyonuna maruz kalmıştır.
Ama garip olan ne biliyor musunuz?
Bütün haklarıyla beraber iradesini de bu kitleye devreden
insanların bir zaman sonra başkasının özgürlüğü için mücadele ettiğini
düşünmesi…
Nitekim kitleler üzerine araştırmalar yapan sosyolog Wright
Mills: “Kitle toplumunun içindeki bireyin temel özelliği olarak, bağımsızlığını
yitirmiş olmasının yanında bağımsızlık isteği duymayacak duruma gelmiş kişi
olarak tanımlıyordu.”
Sosyoloji ve psikoloji bilimlerine denek olmuş kitle
insanının kilisenin esaretinden başka bir esarete kaçışını bir köşe yazısı
yazdığımızın farkında olarak birkaç noktaya temas ederek açıklamaya
çalışacağız.
İnsan köle olarak mı doğmuştu?
Bu dünyaya kendine efendi seçmek için mi gelmişti?
Öyle ya bir esaretten başka bir esarete kaçış başka nasıl
izah edilebilir?
Kiliseye başkaldırışında kendisine öncülük eden, bir
peygamber veya ilahi bir varlık değil kendisi gibi insandı.
Dolayısıyla kilisenin onu kandırdığı gibi; bu insan da onu
kandırabilirdi pekâlâ…
Tam da burada Allah’ın insana verdiği iki güzel nimet ile
karşılaşıyoruz akıl ve irade…
Soru şu: Kiliseye karşı çıkan bu insanları kitleler, nasıl
oluyor da bu iki güzel nimeti saf dışı bırakmayı başarıyor.
Aslında her şey doğal bir seyirde ilerliyor ve kilisenin
baskısından emin olmak için gizlenen kitlenin kendini dış dünyadan
soyutlamasına, kimseye güvenmeyen ve şüpheci bir ruh haline bürünmesine
sebebiyet veriyordu.
Bir anlamda kilise avcı, kitle de av pozisyonuna düşüyor,
dolayısıyla kilise bütün enerjisini kitleyi aforoz etmek ve onları
cezalandırmak için harcarken; kitle de kiliseye yem olmamak için bütün
dikkatini hayatta kalmak ve kendine taraftar toplamaya veriyordu.
Bu durum her ikisinin de hayatın akışından kopmalarına geri
kalan her şeye ilgisiz olmalarına zemin hazırlıyordu.
Belki de bu durum dinden kurtulmak ve insanları
bireyselleştirip kendine köle yapmak isteyen birilerinin aradığı fırsattı,
artık kirli düşüncelerini saklamanın bir önemi yoktu.
Ne de olsa akıllara perde indirilmiş, tek bir hedefe
kilitlenmesi sağlanmış, dolayısıyla kendi üzerindeki perdeyi kaldırmasının da
zamanı gelmişti.
Kilise dindaşlarıyla mücadelesine devam ededursun,
otoritesini zayıflattığını fark edemeye dursun; artık farklı fikir ve
düşünceler üzerinden kitleler meydana gelmişti.
Nasıl oluyordu bütün bunlar? Hiçbir insan yalnız ve sahipsiz
değildi, nasıl oluyor da bu insanları kendi saflarına katmayı
başarabiliyorlardı?
Belki de bu sebeple Hoffer şöyle diyordu: “Çağımızın hemen
hemen bütün kitle hareketleri, başlangıç aşamalarında, aileye karşı düşmanca
tavır takınmışlar ve "aile birliğini" gözden düşürmek ve zayıflatmak
için ellerinden geleni yapmışlardır. Bunu yapmak için, aile reislerinin
otoritesini küçümsemişler” diyordu.
Burada şöyle bir soru akla geliyordu.
Yıllardır beraber yediği, içtiği, hayatının her anında
yanında olan en ufak bir sıkıntısını bile kendine dert edinen ve kişinin de
bundan emin olduğu aile büyüklerine neden karşı çıkar.
Bunun yanında kişiliği hakkında en ufak bir bilgisi olmadığı,
hiç tanımadığı ve muhtemelen hayatının sonuna kadar da tanımayacağı; sadece
kendisine tanıtıldığı kadar tanıdığı, bir insan için neden çok iyi tanıdığı
aile ve çevresini terk eder ki?
Akla ilkin bir amaç, bir gaye için olduğu geliyor; ancak
Simmel böyle düşünmüyor ve konu hakkında önemli bir ipucu veriyor, şöyle
diyordu: “Nitekim (İnsan) bir açıklamaya içsel gerekçelerle değil kendisine
durumu açıklayan kişilere güvendiği için inanır: Bir şeye değil, birine
inanılır.”
Simmel haklı mıydı? Gerçekten de insanlar bir şeyden çok o
şeye dair bir kişinin yorumuna mı inanıyordu?
Belki de Simmel haklıydı, öyle ya aynı inanç sistemine
mensup binlerce kitlenin varlığını başka nasıl açıklayabilirdik?
Aynı inanç sistemine mensup her kitlenin bir diğerinden
ayrılması o inanca getirdiği kendi yorumu değil mi?
Peki, neden onları aile ve çevrelerinden koparmak istiyor
olabilirler ki?
Cevabı da oldukça basit aslında. Yapılan istatistiklerde
suça en çok meyilli insanlar aile bağları tamamen kopmuş veya zayıf bağları
bulunan kişiler olarak göze çarpmaktadır.
Belki de bu sebeple İslam dini Sıla-i rahimin terkini büyük
günah olarak görmüştür.
Devam edecek…
0 yorum