Yine Ayasofya, yine tartışmalar
var.
Açılması birilerinde ciddi bir
hazım sorununa neden olmuş olmalı ki, her buldukları fırsatta içlerindeki kini
döküyor, öfkeyi kusuyorlar.
Yaklaşık 500 yıl cami olarak
kullanılan bir yapının müzeye çevrilmesinden sonra tekrar cami olarak ibadete
açılması birilerinde nasıl ki, büyük bir sevinç ve coşkuya neden olmuşsa
birilerinde de öfke ve nefrete sebep oluyor.
Müze olarak kalmasının hem
uluslararası ilişkiler hem de Hıristiyan vatandaşların duyguları açısından daha
faydalı olduğunu iddia ediyorlar.
Cami iken müzeye çevrildiğinde
Müslüman halkın duygularının nasıl incindiğinin hiçbir önemi yoktu tabii. Hatta
müzeden önce resim sergi alanı yapmak için çabaladıkları, ışık alsın diye kubbelerinde
büyük delikler açmayı düşündükleri, bunun için girişimlerde bulundukları
gerçeğini de unutmamızı istiyorlar.
Birçok gerçeği “süslü yalanlarla”
unutturdukları gibi…
Mesela “harf inkılabı” üzerine
söylenenler ve gerçekler…
Bununla ilgili okuduğum bir
makaleden faydalanarak bazı bilgiler paylaşmak istiyorum. (fikriyat.com, Bin
yıllık tarihe sırt dönüşün ilanı)
Latin harflerine geçiş için ilk
nabız yoklamaları 1923’te yapılmış.
İzmir İktisat kongresinde konu
gündeme gelince Kongre Başkanı Kazım Karabekir önergeyi okumadan reddetmiş.
‘Kazım Karabekir, Latin
harflerini savunanlara karşı çıkıyor ve bu fikrin yabancılardan kaynaklandığını
söylüyordu. Ona göre Latin harflerinin kabulü durumunda pek çok kıymetli eser,
kütüphanelerdeki binlerce kitap bir anda atıl kalacak, yeni nesil için anlamını
yitirecekti. Kazım Karabekir’e göre alfabe değişikliğinin amacı Türkiye’nin
İslami Doğu ile olan bağlarını koparmak ve Batı dünyasıyla olan iletişimi
kolaylaştırmaktı.’
Ama 5 sene sonra “ortam daha
uygun” bir hale geldiğinde gerçekten de Kazım Karabekir’in dediği gibi olacak
ve “Batı dünyasının” istediği gibi adımlar atılacak, Latin harflerine
geçilecekti.
Bir de öne sürülen gerekçeler
var.
Osmanlıcanın zor olduğu, bundan
dolayı okuma yazma oranının düşük olduğu, bu yüzden alfabe değişikliğine
gidildiği iddialarının ne tarihsel ne de bilimsel hiçbir değeri yoktur.
Mesela okur-yazarlık oranı nasıl
bir değişim gösterdi, bakalım.
Osmanlı’da günümüzden yaklaşık
150 yıl önce, 1869’da ilan edilen eğitimle ilgili ilginç bir kanuni düzenleme
var: Maarif-i Umumiye Nizamnamesi..
Bu nizamnameye göre her mahalle
ve köyde bir “sıbyan mektebi” açılacak ve kız-erkek eğer imkan varsa farklı
okullarda, imkan yoksa farklı sınıflarda ders göreceklerdir.
Bu ilköğretimlerde “zorunlu
eğitim” anlamına geliyor ki, buna uymayanlara para cezası verileceği
belirtiliyor. Zorunlu eğitimin Hıristiyanlar için de özellikle belirtilmesi
ilginç bir ayrıntıdır.
Peki, bu, alana ne kadar
yansımış?
Okuma-yazma oranlarının pratik
tablosuna bakalım.
1900’lü yılların başında sadece
İstanbul gazetelerinin günlük tirajı 100 binin üzerindedir. 1928’de İstanbul ve
Ankara gazetelerinin toplam tirajı 20 binin altındadır.
Osmanlı’nın yıkılma dönemlerinde
en kötümser rakamlarla okuma yazma oranı yüzde 55 civarıdır.
O yıllarda bu oran Rusya’da yüzde
17, İspanya’da yüzde 39, İtalya’da yüzde 45, Belçika’da yüzde 74, Fransa’da
yüzde 78, İngiltere’de yüzde 92’dir.
Peki, Latin harflerine geçip
“Muasır medeniyet seviyeleri” aşıldıktan sonra Türkiye’deki durum nasıldır, bir
de ona bakalım.
1935’te yüzde 15, 1960’ta yüzde
32, 1976’da yüzde 46…
Şimdi bunca veri ve tablonun
üzerine onca yalan ve kirli bilgiyi yerleştirenlerin, bu kirli bilgilerle
nesilleri okullarda zehirleyenlerin, yalanda ısrar ede ede yalanı kabul
ettireceğini düşünenlerin verdiği hangi bilgiye güvenebilirsin?
Günlerdir Ayasofya’da okunan bir
ayet üzerinden öfke kusanların tepkisinin asıl sebebi, korku sınırının
aşılması, yıllardır üstünü örttükleri tarihi gerçeklerin yavaş yavaş kamuoyuyla
paylaşılmasıdır.
Gerçekler er ya da geç ortaya
çıkar.
0 yorum