İnsanoğlu yapısı gereği esnektir. Bedenen çok değişik
şekiller alamasa da ruhen, fikren çok rahat şekil alabilir. Yeter ki işin püf
noktası bulunabilsin.
Durum böyle olunca, insanoğlu için durağanlık, statiklik düşünülemez.
İnsanoğlu aksiyonerdir, akışkandır; dolayısıyla yaşadığı çevreden, çağdan ve
olgulardan etkilenir. Bundan ötürü olsa gerek insana “ibnü’l vakt”, yani
zamanın çocuğu denilmiştir. Ve neredeyse bunun tersini söylemek çok zor. Belki
de bazen “zamane gençliği”, “zamane insanı” vb. kullandığımız ifadeler de
bundandır.
Evet, insan; özellikle de Müslüman bir insan zamanın
gerekliliklerini kuşanabilmeli, zamanın dilini yakalayabilmeli. Zamanın
kendisini öldürmesine müsaade etmemelidir. Fakat akan ve ömrü yontan zamanda
var olurken de Müslümanca var olabilmelidir.
Bu durum, hassas bir denge ister. Kılı kırk yarmayı
gerektirir. Çünkü zaman olarak, çağ olarak çok kaygan bir zeminde yaşıyoruz. Ve
herhalde zemin daha önce hiç bu kadar kaygan olmamıştı. İşte bu kaygan zeminde,
bir yerlere tutunabilmeliyiz. Ve tutunulabilecek en hayırlı tutamak da şüphesiz
“hablullah”tır.
Yani mesele dünyevileşen, sekülerleşen çağda Müslümanca var
olmaktır. Bu çağda yaşayıp, bu çağdan olmamaktır mesele. Hayâsızlığın kol
gezdiği; İslam’sız yaşamların, yaşam biçimlerinin itibar gördüğü; İslam’ın ve
değerlerinin ötekileştirildiği, garipsendiği bu çağ bizlere garip gelmelidir.
Aksi halde ruhen, fikren ve manen yok oluruz. Çağın sonunda
biz, biz olmaktan çıkarız. Eğer bir şey insana garip gelmiyorsa, insan o şeye
alışmıştır, kanıksamıştır demektir. Hata biraz daha ötesinde o şeyi, durumu
yaşıyordur.
O halde, bu çağ bizim değerlerimiz üzerine kurulmamışken,
bizim değerlerimiz üzerinde yükselmemişken; bu çağı yaşamak, kendini öldürüp başka
hayatları yaşamak demektir. Kendin olmaktan çıkmaktır.
Garibi olduğumuz bu çağda var olabilmek için kendi
değerlerimizi oluşturan inancımızı, İslam’ı yaşamamız lazım. Öyle ki
konuşurken, İslam’ca konuşmalı; giyinirken, İslam’ca giyinmeli; düşünürken,
üretirken dahi İslam’ca, Müslümanca düşünüp üretebilmeliyiz.
Yaşayışımız ile inancımız arasında bir paralellik olmalı.
İnancımızı üzerimize giyinmeliyiz. Ama sadece bedene giymek değil; kalbe,
amele, söyleme ve eyleme yani her zerremiz ile giyinmeliyiz İslam’ı.
Misal müstehcen görüntüler dün bize garip geldiği için bugün
de garip gelmelidir. Kendilerinden ötürü gusül abdesti gerektiren küfürlü
söylemler bugün de bize garip gelmeli, yüzümüzü kızartmalıdır. İnancımıza,
örfümüze ve adetlerimize yabancı olan insani ilişkiler bugün de bize yabancı
kalabilmelidir.
İslam’sız yaşayışlar dün bize garip geldiği gibi bugün de
garip gelmeli.
Her ne kadar bu çağda yaşıyor olsak da bizi ve değerlerimizi
kabul etmeyen çağı ve değerlerini biz de kabul etmemeliyiz. Bizi ve
değerlerimizi inkâr eden bu çağı ve değerlerini bizler de inkâr etmeliyiz. Bizi
yani Müslümanı dünyevileştirmeye iten bu çağa, bu dünyayı yaratanı ve O’nun
düsturlarını hatırlatmalıyız.
İmanımız ile inancımız ile kavgalı olan çağın ve sistemlerin
yüzüne yüzüne, “Asra yemin olsun ki,
insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler)
işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun
dışındadır.” diyebilmeliyiz.
Garip olanlara, garip bulanlara selam olsun.
0 yorum